Baskı sadece mahalleden değil iktidar ve cemaatlerden
İşte mahalle baskısının kanıtı. Ruşen Çakır yazıyor
RUŞEN ÇAKIR
“Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı 183 sayfalık araştırmada, gençlerin, kadınların, Alevilerin, çoğunluğun hoşuna gitmeyen farklı yaşam tarzı tercihi olan kesimlerin şikayetleri okuyunca insanın içini derin bir ürperti kaplıyor.
MAHALLE BASKISI ÜZERİNE İLK CİDDİ KAPSAMLI ARAŞTIRMA
Prof. Şerif Mardin’in ilk kez Vatan’daki bir röportajında dile getirdiği ve hızla benimsenen “mahalle baskısı” kavramı geniş çaplı bir bilimsel araştırmanın konusu oldu. Açık Toplum Enstitüsü ile Boğaziçi Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projesi tarafından desteklenen çalışmanın sorumluluğunu tanınmış siyasetbilimci, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Binnaz Toprak üstlendi. Prof. Toprak’a ek olarak İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’den oluşan ekip Aralık 2007-Temmuz 2008 tarihleri arasında Erzurum, Kayseri, Konya, Malatya, Sivas, Batman, Trabzon, Denizli, Aydın, Eskişehir, Adapazarı, Balıkesir ile İstanbul’un Sultanbeyli ve Bağcılar semtlerine gitti. Ekip her ilde üç ile dört gün süreyle 265’i erkek, 136’sı kadın olmak üzere toplam 401 kişi ile görüştü.
Araştırmacılar amaçlarının başlangıçta “Anadolu’nun küçük kentlerinde farklı kimlik ya da yaşam tercihleri olan kişilerin din ve muhafazakârlıktan kaynaklanan baskı ve ötekileştirme ile karşı karşıya kalıp kalmadıklarını saptamaya çalışmak” olduğunu söylüyorlar. Ancak görüşmeler yaptıkça, kendilerini sadece toplumdan kaynaklanan baskılarla sınırlamama kararı almışlar. “Çünkü,” diyorlar “Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının kadrolaşması ve dini cemaatlerin ekonomik gücü ve yaygın örgütlenmesi sonucunda laik kimliği olan kişilerin yalnızlaştırma/ötekileştirme ya da iktidar kaynaklı baskıya da maruz kaldıkları gittiğimiz her ilde bize aktarılanlar arasındaydı.”
Fiiliyata geçmeyen eşit yurttaşlık
Gerçekten de “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı 183 sayfalık raporu inceleyip gençlerin, kadınların, Alevilerin, çoğunluğun hoşuna gitmeyen farklı yaşam tarzı tercihi olan kesimlerin şikayetlerini okuyunca insanın içini derin bir ürperti kaplıyor.
Araştırmacılar da genel izlenimlerini şöyle özetliyorlar: “Türkiye’yi anlamak isteyen herkese Anadolu’yu ’görmelerini’ salık veriyoruz. ’Turist’ olarak değil. Turist gözüyle baktığınızda Anadolu kentleri geniş bulvarları, büyük mağazaları, alısveriş merkezleri, beş yıldızlı otelleri, yepyeni binalarıyla Türkiye’nin geleceği hakkında umut veriyor insana. Ancak görünürdeki bu modernite, beklentilerin aksine, çoğu yerde günlük yaşama yansımıyor. Anadolu’yu ’içten’ irdelediğinizde ise, seyahatlerimizin dönüşünde hissettiğimiz gibi, bunalmışlık duygusuyla karşı karşıya kalınabilir. On iki Anadolu kentinde yürüttüğümüz bu çalışmanın sonuçları, kurulduğundan bu yana eşit yurttaşlık ilkesine söylemde sadık kalan Cumhuriyet’in bunca yıl sonra bu söylemi fiiliyata geçirememiş olduğunu gösteriyor.”
Gülen cemaati egemenliği
Araştırmacılar “aramadığımız halde dini cemaatler konusu geldi bizi buldu” diyor ve şöyle devam ediyorlar: “Araştırmamızın belki de en önemli bulgusu, Türkiye’nin giderek İslami bir kimliğe büründüğü tezleriyle bağlantılı olarak Gülen cemaati ve faaliyetleri hakkında edindiğimiz bilgilerden oluşuyor.” Sonuçta raporda Gülen cemaatinin Anadolu’daki yaygın faaliyetleri doğrudan ve dolaylı tanıklıklarla derinlemesine ele alınmış. Raporda cemaat hakkında şunlar söyleniyor:
“Cemaatin büyük kentlerdeki kanaat önderleri ve medya kurumları tarafından benimsenen ’demokrat ve ılımlı’ tavrı, tabanda yerini taşralı muhafazakâr, baskıcı ve ayrımcı kişiliklere bırakıyor gözükmekte. Bu kişilerin taşradaki faaliyetlerinin Anadolu kentlerinde zaten mevcut olan baskıcı muhafazakârlığı daha da derinleştirdigi kanısındayız. Gülen cemaatinin ne cemaate dahil olan kişilere ne de dışında kalanlara açık baskı uygulamadığı gözönüne alındığında, cemaat üyelerinin dayanışma amacıyla örgütlenmelerinin kısıtlanması elbette düşünülemez. Diğer tüm örgütlerin tabi olduğu saydamlık ilkelerinin bu oluşuma da uygulanması gerektiği kanısındayız.”
Raporda cemaat bütçesinin yanısıra teşkilat şemasının, hangi amaçlar çerçevesinde örgütlendiğinin vb. konuların da şeffaf olması gerekitiği vurgulanıyor ve “Bu kadar etkin ve güçlü bir yapılanmanın böylesi gayr-ı saydam olması kabullenilemez diye düşünüyoruz” deniyor.
Hükümet ve muhalefete eleştiriler
Raporda hükümet yaşanan baskılardan birinci derecede sorumlu tutuluyor. “Elde ettiğimiz bulgular AKP iktidarının bu kentlerde baskıcı muhafazakarlığın aşılması, burada yaşayanların farklı kimliktekilere karşı hoşgörüyle yaklaşmaları, kişi hak ve özgürlüklerine daha saygılı olmaları gibi konularda dönüştürücü bir rol oynamadığı yönünde. Aksine, AKP’nin yaygın gözüken kadrolaşması Anadolu kentlerindeki cemaat yapılanmaları ve faaliyetleriyle de birleşince, geçmişe göre bu açılardan daha kaygı verici bir ortam yaratılmış olduğu kanısındayız” deniyor. Araştırmacılar muhalefet partilerinin de baskıların hafifletilmesi konusunda ciddi çaba içinde olduklarını düşünmüyorlar. Pek çok kentte farklı kimliktekilere karşı olan tutumun en çok “ülkücü” çevreden geldiğine CHP’nin yerel politikalarının ise, AKP karşıtlığı ve laiklik söylemi üzerine kurulu olmaktan öteye geçemediğine dikkat çekiyorlar.
Öneriler
Raporun son bölümde dile getirilen bazı önerileri sıralayacak olursak:
1) Ombudsmanlık kurumunun bir an önce hayata geçirilmesi ve sadece laiklik konusuyla ilgilenecek bir ombudsman kurumunun ihdas edilmesi.
2) Devlet dairesi/hastane/okul gibi mekanlardaki hizmet alanla-hizmet veren arasındaki ilişkinin siyasi iktidarların veya cemaatlerin önceliklerine göre değil, uluslararası insan hakları ve demokratik teamüllere göre düzenlenmesi.
3) Belediyelerin web sayfalarında azınlık gruplarından kaç kişinin istihdam edildiği ve bu grupların yaşadıkları semtlere ne gibi hizmet götürüldüğünün ilan edilmesi.
4) Farklı kimliktekilere ve kadınlara karşı önyargıların bertaraf edilebilmesi için özellikle eğitim alanında bir “seferberlik” başlatılması.
5) Pozitif ayrımcılık ilkesinin kabul edilmesi.
6) Alevilik hakkında ciddi ve tarafsız bilgi verilmesi. Bu amaçla, devletin elindeki iletişim imkanlarının tümü kullanılarak özel bir bilinçlendirme/bilgilendirme programı uygulanması.
7) Öğrenci yurtlarının yaygınlaştırılması, yurt ücretlerinin düşük tutulması, ödeyemeyecek olanlara burs imkanları sağlanması, öğrencilerin kente ve üniversiteye uyum sağlaması için oryantasyon programları oluşturulması.
8) İçkili mekanların/içki içmenin kriminalize edilmesi ve belediyelerce kamusal alanlarının dışına çıkarılmasına son verilmesi. “Türkiye’de demokrasinin derinleşmesini, çoğulcu ve farklı kimliktekilere karşı hoşgörülü bir toplum yaratılmasını önemseyen her kesime ve her siyasi partiye neler yapılması gerektiğine dair ipuçları verme” iddiasındaki araştırma, bu amacına fazlasıyla ulaşmış gözüküyor.
Araştırmacıların yüz yüze görüştüğü vatandaşlardan bazı örnekler…
CEMAAT BASKISI
Kayserili bir iş adamı: “Bir çember oluşmuş, o çemberin içine kimseyi almıyorlar. Güya maç oynamaya çalışıyorlar, birbirlerine çok kısa paslarla. Bu çemberin adı ’Sen, ben, bizim oğlan çemberi.’ Bu çemberin dışında kalanlar iflas noktasındalar.”
Denizlili bir işadamı: “Durum net. Gülen cemaati birlikte iş yapıyor. MÜSİAD’dan farklılaşıp kendi işadamı derneklerini kurdular. Anadolu’da çok etkinler, birbirleriyle iş yapıyorlar.”
Erzurum’da Atatürk Üniversitesi öğrencisi bir genç: “Yurda gelir gelmez nereli olduğumu sordular. Diyarbakırlı olduğunu söylediğinde ’Diyarbakırlı’ysan Erzurum’da ayağını denk alacaksın’ uyarısında bulundular.”
ETNİK BASKI
İstanbul Sultanbeyli’de lise öğrencisi Alevi bir genç kız: “Arkadaşlarımla aram açılmasın diye okulunda kimseye Alevi olduğunu söylemedim. Sınıf arkadaşım bana ’Tokatlıyım ama Alevi değilim’ dedi. Neden bu açıklamayı yapmak zorunda hisettiğini sordum. Bana ’Aleviler gibi olmak istemem. Aleviler oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, abdest almıyor, mum söndü yapıyorlarmış’ dedi.”
ÖZEL YAŞAMA MÜDAHALE
Erzurum’da CHP il örgütünde çalışan uzun saçlı genç: “Annem bile beni ’gavur’olarak algılıyor. Eve komşularını çağırdığında çıkıp gitmesini istiyor”.
Adapazarı’nda okuyan üniversiteli bir genç: “Bir yaz günü aynı evde birlikte kaldığı arkadaşlarımla balkonda yemek yerken kapıya polis geldi. Balkonda şortla oturduğumuz için komşu kadınlar rahatsız olmuş. Polis, ’içeride’ yemek yemezizi rica etti. İlk anda şoke olduğumuzdan bir şey diyemedik. Ancak mesajı aldık, Adapazarı merkezinde genç kadınlar rahat rahat mini etek giyemez, genç erkekler de kolay kolay şortla dolaşamaz”.
Aydınlı bir hanım: “Arkadaşımın kızı vefat ettiğinde mevlidine gittim. Yanımda oturan kişi, ojeli tırnaklarıma bakarak, ’senin okuduğun Kur’an kabul olmaz’ dedirat, ’vali, kaymakam düzeyindeki kişilerin ve gençlerin yanında bu şekilde konuşamazsınız’diyerek itiraz etti. Konuşmama, ancak vali muavinin müdahalesiyle devam edebildim.”
KÖPRÜYÜ GEÇENE KADAR…
– Araştırmacılar yaptıkları çalışmada bir konunun özellikle altını çiziyorlar. Dikkat çektikleri konu ise “Köprünün öbür tarafı” klişesi. Bu sözü şöyle açıklıyorlar: “Hemen hemen her ilde bir ’köprünün öbür tarafı’ hikayesi duyduk. Örneğin Kayseri’de ’köprünün öbür tarafı’ Boğazköprü ve Kapadokya bölgeleriydi. Pazar günleri Kayserili ailelerin kaçabilecekleri tek yer olmuştu. ’Köprüyü geçtikten sonra’ kadınlar başlarını açıyor, ailecek öbür taraftaki içkili lokantalarda yemek yeniyordu.”
İÇKİ İÇİLEN YERE KAÇANLAR
– Araştırmadaki başka bir sonuç ise, insanlar içki içebilecek yer bulamayınca yakındaki illere gidiyorlar. Bu duruma ’Köprünün öbür tarafı’ adı veriliyor. Kayserililer Ürgüp’te soluğu alırken Adapazarı’ndakiler de Sapanca’yı tercih ediyor. Bir kadın akademisyen Kayseri’deki durumu şöyle aktarıyor: “Kayseri’de gençlerin gidebileceği ne bir bar ne de kafe var. Ben bile bakkala gidip içki alacak olsam poşetten görüneceği için çekiniyorum. Eğlenmek istediğimizde ise Kapadokya’ya, Ürgüp’e gidiyoruz.”
Raporun tam metnini okumak için tıklayın
Haberin basligi söyle:
Baski sadece mahalleden degil iktidar ve cemaatlerden
TKG olarak Viyana’dan bakisimiz:
Dikkat cekici bir calisma. Okumakta yarar var: Demokratik cok seslilikten uzak farkli yasam tarzina hosgörünün ve özgürlügün sözde oldugu ama özde olmadigi ve sonuclari cok agir olacak bir gelismeden bahsediyor calisma. Viyana’dan bunu görebiliyoruz. Bilimsel olarak soru su: Acaba bu baski grublari yurtdisinda Türkiye’den göc etmis grublar arasinda var mi? Su baski grubu Avusturya’da varmi ? Tendenz nereye dogru? Var bir ise bir yandan Islam’a ve Müslümanlara karsi genel bir düsmanligin arttigi basta Avusturya ve AB’de kendi icinde birbirine baski yapan, ezmeye calisan ve kendini dogrunun merkezi gören ve hatta birbirlerini cogunluk toplumun önemli kisi, kurum ve kuruluslarina sikayet eden Türkiye’den göc etmis grublarin sonu ne olacak! Kendi aralarinda hosgörüsü olmayan Müslümanlar nasil kendilerine karsi cogunluk toplumundan hosgörülü olmasini isteyecek. Avusturya’da sekiz yillik tarihi olan Musevi Cematii’nin son yüz elli yilini iyi incelemek gerekecek. Biliyosunuz Avusturya’li Hitler Viyana’da bes yil yasadiktan sonra Munich’e gitmis ve fikirlerinin ana kaynagi Viyana’da temel atti diye kavgam adli kitabta yazmisdi. Öbür tarafdan yine siyasi Siyonizmin babasi kabul edilene ve Israil Devletinin kurucu bas mimarlarindan sayilan Theodar Herzl Macaristan’in Pest kisminda dogmus Viyana’li bir Gazeteci idi. 1900 yillari basinda Viyana’da cogu Asimile olmus cok basarili Avusturya’li Museviler (Sigmund Freud ve yüzlercesi..) ile Dogu Avrupa’dan gelen ve daha cok ikinci Viyana’ya yerlesen Museviler gerek görünüsleri, Almancaya hakimiyetleri ile farkli idiler. Birbirleri arasindaki sikintilar ayni su anda Avusturya’daki Türkiye’den göc etmis insanlar ve grublar arasindaki sorunlara benziyor. Kisaca bu calisma ve gercekler hem Türkiye’yi hem yurtdisindaki Türkiye’den göc etmis insanlarin gelecegini ilgilendiriyor.