Suat Taşpınar, Radikal’deki “Gece Gündüz Moskova” köşesinde yazdı:
Gören bizi, Oscar törenine yetişme telaşında sanacak. Öyle bir stresteyiz. Saat akşamın 7’sine koşturuyor. Moskova trafiğinin hepten dellendiği zamanlar. Kaldırımdan bizi sollayan yayalar evine varıp yemeğe oturdu, biz hâlâ yüz metre gidemedik. “Bayağı ödül almış bu film, boşuna açılış filmi yapmamışlardır, sık dişini” diyor AA muhabiri arkadaşım Nihat (Dağdelen). Bu akşam Moskova’da “Çağdaş Türk Filmleri Günleri” başlıyor ve biz azimle yollardayız.
Saat 7’yi vururken, Sovyet yadigârı “Dom Kino”nun (Sinema Evi) arka sokağında zor bela arabayı bir boşluğa sokup, çiseleyen karın altında pergelleri açıyoruz. Burası, son çivisi daha kızıl bayrak dalgalanırken çakılmış, sonra da kapitalizme teslim olmadığı için elden ayaktan düşmüş, küf kokulu bir bina. Klasik filmlerin ya çok ucuza, ya da bedava gösterildiği, müşterilerinin çoğunu eski tüfek Sovyet yurttaşlarının oluşturduğu bir eski zaman sahnesi.
Her ne kadar 2008 Rusya’da Türkiye Kültür Yılı ise de, evsahipliğini yapan Rus yetkililer pek alaka göstermediğinden ne tanıtımı, ne pazarlaması yapılamamış, bedavadan ayarlanan bir salona postalanmış, mütevazı bir film günleri olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Ama her şeye rağmen salon azımsanamayacak ölçüde dolu. Işık yanmadan çepeçevre bakınca seyirci profilini şıp diye çıkarıyorum: Yüzde 70’i gösterim bedava olduğu için, sosyal bir etkinlik olsun diye gelen 60 yaş ve üstü yaşlılar… Yüzde 20’si Türkoloji öğrencileri dahil- Rus gençleri… Yüzde 10’u Türk elçilik mensupları… Yüzde 2’si Moskova’daki Türk basın mensupları (Nihat ve ben)… Kalanı da Moskova’da yaşayan ve sürekli “Neden bizim de katılacağımız Türkiye etkinliği olmuyor, neden bize haber verilmiyor” diye her şeyden şikâyetçi olan Türk toplumu mensupları, yanlış salona girenler ve kestirecek bir mekân arayan sızmış bir evsiz…
Buraya kadar bir sorun yok. Ben daha birkaç ay evvel, Fatih Akın’ın muhteşem filmi ‘Yaşamın Kıyısında’yı yine Moskova’da, namlı bir sinemanın salonunda, öğlen seansında tek başıma (evet tek seyirci bendim!) izlediğim için, bu akşamki müthiş kalabalıktan inanılmaz mutluyum. Ama film başlayınca, sorun da başlıyor.
Açılış filmi, Seyfi Teoman adlı yönetmenimizin ‘Tatil Kitabı’ adlı filmi. 31 yaşındaki yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi. 27’nci İstanbul Film Festivali’nde en iyi Türk filmi ödülünden birkaç uluslararası ödüle kadar, sicili temiz. Ama daha ilk on dakika dolmadan film kopuyor. Bu gece buraya biraz da, “Şu Türk sineması ne cevherler yaratmış?” diye fikir sahibi olmaya gelen Rus seyircisinin çoğu dumura uğruyor. Eisenstein’den Tarkovski’ye, Mihalkov’dan Bekmambekov’a, yüksek sinema kültürü ve beğenisine sahip Ruslar’ın başına gelebilecek en kötü şey. Genç, istikbal vaad eden, ama ilk işinde gayet doğal olarak harikalar yaratamayan bir yönetmenin, son derece iyi niyetli ama en az o kadar zayıf olan filmi, Rusların gözünde “Türk sinemasının temsilcisi” olarak arzı endam ediyor. Gel sen şimdi anlat millete, ‘bizde de az da olsa- çok iyi filmler var’ı, ‘bu çağdaş Türk filmleri günlerine genellikle genç yönetmenlerin arayış filmlerinin yollandığını’ falan, filan…Her beş dakikada birkaç kişi, saygılı bir sessizlikle salonu terk ediyor… Sadece Ruslar değil, içimizden pek çok kişi de…
Biz fondaki Silifke görüntülerinin fotoğraf güzelliğine tav, seyrediyoruz oflaya puflaya. Yanımda oturan bir Türk arkadaş, “Millet Türk sineması bu mu diyecek… Yazık. ‘Yaşamın Kıyısında’yı, olmadı ‘Her şey Çok Güzel Olacak’ı, hatta ‘Eşkiya’yı gösterselerdi keşke” diye hayıflanıyor. Arkamızda oturan iki yaşlı Rus da sonunda söylene söylene çıkıyor salondan…
Sonradan öğreniyoruz ki, yollanacak filmleri İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı seçmiş… Vardır bir hikmeti; iyi niyetlerinden kuşkumuz yok. Ama cehenneme giden yol da iyi niyet taşlarıyla döşeli…
Rusya ve Türkiye halkları arasında ilişkiler özellikle de turizm sayesinde güzelleşirken, Rusya’da Türkiye’ye merak artarken, bu tür vesileleri kitlelerin kalbini fethedecek şekilde kullanmak, biraz daha popülist olmak lazım. Açılış gecesi, ‘en ağır top’ misali o filmle başlamak, kaçırılan bir fırsat oldu Rusya’da.
Türkiye bilgisi ‘Çalıkuşu’ dizisi ve Tarkan konserleri düzeyinde olan Rusları, Türk sinemasının esaslı birkaç filmi ile sarsmak varken, iyi niyetli ama henüz olgunlaşmamış filmlerle düşkırıklığına uğratmak pek şık olmadı. Filmden sonra Büyükelçimiz Halil Akıncı’nın sofrasında yemeğe otururken bizim Nihat tüm açıksözlülüğü ile yorumunu patlattı: “Moskova Moskova olalı böyle zulüm görmedi!”. Ama masanın biraz uzak köşesindeydi, neşesini bozmak istemeyenler, “Moskova Moskova olalı böyle film görmedi” diye duydu.
7/12/2008
Bir yanıt yazın