Türk-İslam Ülküsünün Kahraman Şehid-i Enver Paşa

 

Okuyucularımın yüksek müsaadesiyle bugün;

– CHP’nin çarşaf açılımı,

– YAŞ kararları ve Başbakan ile Milli Savunma Bakanı’nın anlamsız şekilde bu kararlara şerh koymaya devam etmesi,

– Kömür ve erzak yardımı derken hediye alışveriş çeki dağıtımına kadar vardırılan yerel seçim yatırımları,

– Seçmen sayısının bir yılda 6 milyon artması,

– Kemal Kılıçdaroğlu-Melih Gökçek tartışması,

– İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedi Nejat’ın Tebriz’de Azerilere Türkçe hitap etmesi,

– Ocak’ta görevi devralacak benden yarım yaş küçük ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk iş olarak Irak’a gitmeyi düşündüğünü açıklaması,

– Hindistan’daki terör saldırısının Pakistan’a savaş açmak için bahane yapılıp yapılmayacağı,

– ABD Eski Dışişleri Bakanı Medlin Albright’ın Türk dostu olduğunu açıklaması,

Gibi, bugünün gündemine ilişkin yazı yazmayı bırakıp üç hafta sonrasının gündemine ilişkin bir yazı yazmaya çalıştım.

Mâlum; yaklaşık üç hafta sonra, yani 22-28 Aralık günlerini (bir rivayete göre de 22 Aralık-5 Ocak günlerini) kapsayan hafta, Sarıkamış Şehitlerini Anma Haftası’dır.

Bizim tabirimizle “Enver Paşa’ya Sövgü Haftası!”.

Evet, yanlış duymadınız; “Enver Paşa’ya Sövgü Haftası” diyorum.

Çünkü Sarıkamış Şehitlerini Anma faaliyetleri, umumiyetle ve ne yazık ki; ülkemizde Enver Paşa’ya hakaret ve sövgü faaliyetleri şeklinde icra edilmektedir.

Âzâmi, 25-30 bin şehidin verildiği Sarıkamış Harekâtı’nda, ısrarla 90.000 şehit verildiği ileri sürülerek bu hezimetin faturası Enver Paşa’ya çıkarılmakta, sonra da Enver Paşa’ya gün görmedik küfürler ve hakaretler sıralanmaktadır.

Son birkaç yıldır tonu ve çeşitliliği azalmakla birlikte bu küfür veya hakaretler hâlâ sürmektedir.

Dolayısıyla bu yazımızı, özellikle Türkistan’daki Türkler arasında “Şehid-i Muhterem ve Gazî-i Nâmdar” veya “Dâmâd-ı Halife-i Müslimîn ve Emîr-i Leşker-i Müslimîn Seyyid Enver” unvanlarıyla da anılan Enver Paşa’ya ayırdık.

4 Ağustos 1922 tarihinde bir Kurban Bayramı günü bugünkü Tacikistan’da Duşanbe yakınlarındaki Çeken Köyü’nde KGB’nin çekirdeğini teşkil eden ÇEKA birliklerince şehid edilen Enver Paşa hakkında yazacaklarımız, belki uzun Kurban Bayramı tatili boyunca okunma fırsatı bulur ve Enver Paşa’ya sövme potansiyeli olanların kulaklarına gider de biraz olsun utanırlar…

***

Benim gibi sözüm ona okur-yazar bir adamın, Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” isimli eserini okumaması belki biraz ayıp kaçar ama itiraf etmem gerekirse bu romanı baştan sona okumuşluğum yoktur. Savaş ve Barış hakkındaki bilgilerim, çıkarılmış özetlerinden ve hakkında yazılanlardan ibarettir.

Bildiğim kadarıyla; roman Napolyon dönemi Fransası ile Çarlık Rusyası arasında cereyan eden savaşları ve o dönemin Rusyasında özelikle saray hayatını ve saray insanının hayatındaki değişiklikleri konu almaktadır. Birçok yazar, Savaş ve Barış adlı eseri “Dünyanın en büyük romanı” olarak nitelendirmiştir. Kim bilir belki de öyledir!

Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ını okuyan birisine romandan ne anladığını sormuşlar, adam şu cevabı vermiş; “Olay Moskova’da geçiyor”.  Bana sorsalardı herhalde ben de aynı cevabı verirdim; “Olay Moskova’da geçmiş”. Zira bir zamanlar TRT’de yayınlanan ve adı geçen romandan uyarlanmış yabancı televizyon dizisini hiç sevmemiştim ben…

***

Şu anda masamda Nevzat Kösoğlu tarafından yazılmış “Şehit Enver Paşa” isimli kitap duruyor. Tamamı 640 sayfa olan kitabın toplam 44 sayfası “İçindekiler” ve “İndeks”e ayrılmış. Kalan 596 sayfası Enver Paşa’yı anlatıyor. Yani Sayın Nevzat Kösoğlu, 640 sayfalık büyük boy kitabında tam 596 sayfada Enver Paşa’yı anlatmış bulunuyor. Bu kitabı 5-10 günde okuyup bitirmiş durumdayım. Peki, 596 sayfalık büyük boy bir kitapta Enver Paşa hakkında yazılanlardan ne anladınız diye soracak olursanız, size tıpkı Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ını okuyan adamın “Olay Moskova’da geçiyor” şeklindeki cevabına benzer bir cevap verebilirim. Kısa ve özlü bir cevap. Bu cevap; “Enver Paşa gerçek bir kahramanmış!” cevabıdır…

Nevzat Kösoğlu’nun kitabının pek çok sayfasını gözlerim yaşararak, daha doğrusu ağlayarak okudum! Daha önce de okumuştum benzer birkaç kitabı. Ancak Kösoğlu’nun kitabı çok daha geniş ve daha çok belgeye dayanıyor. Ayrıca Kösoğlu, bir bilim adamı ve tarihçi olmadığı için, yazmış olduğu kitap bir roman havasında okunuyor. Kaynakların satır aralarında ve paragraf sonlarında belirtilmiş olması ve istifade edilen kaynakların sayfa altlarında Dipnot ve kitabın sonunda Kaynakça olarak yazılmaması, esere roman havası vermiş. Gayet akıcı bir eser çıkmış ortaya. Kutluyorum Nevzat Bey’i.

Kitaptan çıkarılacak sonuç kısaca “Enver Paşa gerçek bir kahramanmış!” sonucu ise de, bu kahramanın diğer kahramanlardan farklı yönleri de var. Enver Paşa, “Kahraman” sınıfında sayılan insanların ortak yönleri olan, cesaret, korkusuzluk, ataklık, kararlılık, azim, sebat, yurt sevgisi gibi özelliklere sahip olmanın yanında yüksek seviyeli bir komutan olması sebebiyle sevk ve idare kabiliyeti, astlarına karşı hoşgörü, yüksek ideal sahibi (ülkücü) olma ve milletini sevme (milliyetçilik) gibi hasletleri de olan bir kahramandır. Üstelik onda diğer kahramanlarda olmayan bir özellikle daha vardır. Dindarlık! Evet, Enver Paşa, son derece dindar bir Müslüman’dır. Hayatının hiçbir devresinde içki içmeyen, harama uçkur çözmeyen, beş vakit namazını kılıp orucu tutan, hayatı boyunca koynunda Kur’an-ı Kerim taşıyan ve onu sürekli okuyan bir kahramandır. Bütün bunları, en zor şartlar altında bile yapan bir insandır Enver Paşa.

Enver Paşa’da eksik olan şey, galiba sürekli erken terfi almasından kaynaklanan bilgi ve tecrübe eksikliği ile siyasi ayak oyunlarını bilmemesidir. Bu sebeple Enver Paşa, dünyada olan biteni yeterince değerlendirememiş ve istikbali iyi hesap edememiştir. Enver Paşa’yı başlı başına kahraman yapan da zaten bu yönüdür. İstikbal kaygısı taşımaması ve geleceği düşünmemesi. Geleceği düşünerek sürekli hesap kitap yapsaydı zaten kahraman değil, politikacı olurdu! O, bütün askerlik hayatı boyunca politikadan uzak durmuş ve sadece askerlik yapmıştır. Politikaya bulaşmış subayları ise derhal emekliye sevk etmiştir. Nevzat Kösoğlu’nun kitabından öğreniyoruz ki; Balkan Savaşı yorgunu ve politika çamuruna bulaşmış ihtiyar paşaları sırf bu yüzden tasfiye ettiği gibi, Ali Fethi Okyar gibi politikaya bulaşmış bazı genç subayları da askerlikten uzaklaştırmış, hatta Mustafa Kemal’i de bu konuda ciddi şekilde uyarmıştır. Divan-ı Harpte yargılanarak askerlikten tard cezası alan Kâzım Karabekir’in cezasını yırtıp atmış ve onu askerliğe kazandırmıştır. O Kâzım Karabekir ki; Enver Paşa yurtdışına çıkmak zorunda kaldıktan sonra, hakkında yapılan karalayıcı ve küçük düşürücü propagandanın baş mimarlığını yapmıştır. Bir anlamda Mustafa Kemal Paşa’ya yaranma adına Enver Paşa’ya ihanet eden Kâzım Karabekir, daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal Paşa’yla da ters düşmüş, hatta Mustafa Kemal Paşa’ya suikast (İzmir Suikastı) girişiminde bulunmakla suçlanarak, bir köşeye atılıvermiştir. Bu yüzden olacak Kâzım Karabekir, genelde köşesine çekilip kitap yazmakla yetinen bir insan olarak tanınmaktadır. İsmet Paşa tarafından siyasete davet edilip TBMM Başkanı yapılmış olsa da, Kâzım Karabekir’in Cumhuriyet’in hayata geçirilmesinde fazla bir fonksiyonu bulunmamaktadır.

***

Birkaç gün önce medyaya düşen bir habere göre; Enver Paşa, Berlin’de İngiliz istihbarat elemanlarıyla birkaç kez görüşmüş ve bu görüşmelerde; İngiliz subayın “Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı?” sorusuna şu yanıtı vermiş; “Mustafa’yla aramız iyi. Mustafa, imkânlar dâhilinde İngiltere ile anlaşabileceğini ve gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Eğer bir anlaşma olacaksa İngiltere’nin Mustafa Kemal’i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur…”(1). Haberin kaynağı ise Balıkesir Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Bülent Özdemir’in İngiliz arşivlerinde yapmış olduğu bir araştırmaya dayanıyor.

Bilkent Ünv. Doç. Hakan Kırımlı “Kesinlikle böyle bir görüşme olmuştur. Enver Paşa’nın o dönemdeki yazışmaları bağlamında bakılınca bu görüşme gerçektir” derken Tarihçi-Yazar Mustafa Armağan  “Almanlar’la görüşmelerini biliyoruz. Ruslar’la görüşmeleri yayımlandı. Atatürk’le ilgili sözlerini açıkçası hiç duymamıştım” diyerek güya Bülent Özdemir’e destek vermişler(2).

Evet, Enver Paşa’nın Almanlar ve Ruslar’la sürekli irtibat halinde olduğu, Anadolu’da yürütülen Milli Mücadele’ye destek verdiği ve hatta Mustafa Kemal Paşa ile de sürekli yazıştığı doğrudur. Bu konu, bütün kaynaklarda yazılıdır. Bu desteği sadece o değil, Talat, Cemal ve Halil Paşalar da vermiştir. Bu noktadan bakılınca; geçmişteki pozisyonu itibarıyla Enver Paşa’nın İngilizlerle de görüşmüş olabileceği düşünülebilir. İngiltere’nin Türkiye’nin bağımsızlığını tanıması karşılığında, yeni devletin yönetimi üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmeyi taahhüt ettiği de doğru olabilir. Çünkü o bir milliyetçi vatanseverdir, ülkü adamıdır. Onun için en önemli şey, tıpkı diğer komutanlarda olduğu gibi Anadolu’nun bir an önce işgalden kurtulmasıdır. Bolşevik Rusya’nın Milli Mücadele’ye destek amacıyla göndermiş olduğu nakdi yardımlar, aslında Enver Paşa’nın Türkistan’a geçmesinden sonradır ve bu paralar, Enver Paşa ve çevresindeki Osmanlı subaylarının girişimleriyle Türkistanlı Müslüman Türklerden toplanmıştır. Bolşevikler, bu yardımları hiçbir zaman tam olarak Anadolu’ya göndermemişler ve büyük bölümüne el koymuşlardır.

Ancak inanmakta zorlandığım bir husus var; neden “Kemal” veya “Mustafa Kemal” değil de sadece “Mustafa”. Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gerçekten de sadece ön ismi olan “Mustafa” ile mi hitap ediyordu? Yoksa bu Mustafa saplantısı, son günlerde oynanan oyunun bir parçası mıdır? “Mustafa” filminden sonra şimdi de Enver Paşa’nın ağzından söyletilen “Mustafa”. Bütün bunlar Atatürk’ü yıpratma çalışmalarının bir uzantısı mıdır yoksa?  Dolayısıyla şahsen Enver Paşa’ya söyletilen “Mustafa’yla aramız iyi… Gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor… İngiltere’nin Mustafa Kemal’i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur…” şeklindeki ifadelerin doğru olabileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Zira bu sözler, her şeyini geride bırakıp gitmiş bir insanın, şu veya bu şekilde Milli Mücadele’nin lideri olduğu milletçe kabul edilip kesinleşmiş bir insan hakkında söyleyeceği sözler asla değildir.

Hele hele bu sözler, Enver Paşa gibi son derece kibar, zarif, öfkesine hâkim olmayı bilen ve devlet umuru görmüş bir Osmanlı subayına hiç mi hiç yakışmayan sözlerdir.  Eğer, gerçekten İngiliz arşiv belgelerinde bu sözler kayıtlı ise, bu sözler Enver Paşa’ya ait sözler olmayıp, mutlaka İngiliz istihbarat elemanlarına ait sözlerdir ve Enver Paşa’ya ait sözlermiş gibi kayıtlara geçirilmiş olmalıdır.

Türkistanlı faal komünistlerden Alimcan Akçurin’in “Sizler Türksünüz ve ülkeniz düşman işgali altındadır. Askerî gücünüzü oraya yoğunlaştırırsanız sizin için daya iyi olur” şeklindeki sözlerine “Türkiye’yi kurtarabilecek niteliklere sahip çok arkadaşım var; bundan hiç şüpheniz olmasın. Orada arkadaşlarımız bütün imkânlarını seferber ederek mücadele ediyorlar. Bu ülke de benim anavatanımın bir parçasıdır. Buradaki hemşehrilerimin damarlarında akan kan ile benim kanım aynıdır. Bu ülke Rusların değil sadece Türklerindir. İnsanlar nasıl buradan Türkiye’yi kurtarmak için gitmişlerse, ben de burada düşmanlara karşı mücadele etmek için bulunuyorum. Türkler her nerede olurlarsa olsunlar bağımsız olmalıdırlar”(3) diyen bir insanın Mustafa Kemal Paşa’yı hafife alması beklenmemelidir.

Enver Paşa ile İngilizlerin görüşmelerinin tarihi, 6 Ocak, 16 Ocak ve 24 Şubat 1920 olarak verilmiştir. Oysa o tarihlerde Mustafa Kemal Paşa Ankara’dadır. Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmış ve TBMM’nin açılış çalışmaları son sürat devam etmektedir. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Paşa o tarihlerde milletin kendisine ümit bağladığı yegâne kişi durumuna gelmiştir ve milletin desteğini arkasına almış durumdadır. Enver Paşa, İngilizlerle görüşme yaptığı tarihlerde bu gerçeği herhalde biliyordu. Yani Enver Paşa’nın, İngilizlerle yaptığı görüşmelerde içinde bulunduğu durum ve zaman, Mustafa Kemal Paşa’ya tepeden bakmasını gerektiren bir durum ve zaman asla değildir. Üstelik Enver Paşa’nın hayalinde, öncelikle Hindistan, Türkistan ve Irak’taki İngiliz işgaline son vermek vardır ve Enver Paşa bu düşünce ile yurtdışına çıkmıştır. Mücadele yönünü Bolşeviklerle karşı döndürmesi daha sonradır. Dolayısıyla Çanakkale’den beri düşman olarak gördüğü İngilizlere karşı, Mustafa Kemal Paşa hakkında böyle umursamaz bir tavır takınması mümkün değildir. İlk başta Enver Paşa’nın yukarıda saydığımız özellikleri, Mustafa Kemal Paşa’ya tepeden bakmasına engel teşkil eder. Ancak, Anadolu hareketinin geleceği hakkında İngilizlerle elbette görüşmüş olabilir…

***  

Enver Paşa hakkında dedik ki; o, gerçekten bir kahramandır. Ve Enver Paşa gibi kahramanlara Türk tarihinde ender rastlanır. Onun tek şanssızlığı yanlış zamanda dünyaya gelmiş olmasıdır. Eğer, mesela Osmanlı’nın yükselme devrinde veya Alpaslan ve Melikşah döneminin Selçuklusunda yaşasaydı kesinlikle dünya tarihinin yönü değişirdi. Ya da ne bileyim, Birinci Viyana Kuşatması sırasında Kanuni Sultan Süleyman’ın yanında bulunsaydı Viyana mutlak düşerdi! Ancak ne yazık ki; o, tıpkı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi yanlış zamanda dünyaya gelmiş yüksek ruhlu bir askerdir. Milli Mücadele’nin ateşleyici ruhunu teşkil eden ve Türk Ordularının kazanmış olduğu son büyük zafer olan Çanakkale Zaferi, büyük ölçüde Enver Paşa’nın eseridir. Enver Paşa’nın Çanakkale Zaferi yerine Sarıkamış hezimeti ile anılıyor olması, büyük ölçüde hakkında girişilen yıkıcı propagandanın bir sonucudur. Zira her iki olayda da Türk Ordularının başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’dır(4). O, hem Çanakkale Zaferi’nin mimarıdır, hem de ısrarla unutturulmaya çalışılan Kut’ul Ammâre Zaferi’nin(5).

Dedik ki; Enver Paşa şüphesiz bir kahramandır. Ancak onu diğer kahramanlardan ayıran önemli bir fark daha vardır. O da Enver Paşa’nın son derece dindar ve mütedeyyin bir Müslüman oluşudur. İsterseniz bu konuyu Nevzat Kösoğlu’nun kitabından birkaç alıntı yaparak bağlayalım. Dönemin Suriyeli gazetecisi Kürt Muhammed Ali, Enver Paşa’nın Halep’e gelişini şöyle anlatıyor:

“İslam âleminin büyük lideri Enver Paşa’yı taşıyan tren güneşin batışıyla birlikte Halep şehrine ulaştığında, onun gelişi memlekette çoktan genel bir bayram havası oluşturmuş bulunuyordu. Müslümanların, nasıl ki bayram yapabilmek için hilali görmeleri gerekiyorsa, aynı şekilde, bu bayramı da kutlamak için hilalleri Enver Paşa’yı görmeleri gerekiyordu…”(6).

Özbek Yazar Nabican Bakıyev şöyle diyor; “… Ata son derece ustalıkla biner, beş vakit namazını ihmal etmediği gibi, teravih namazlarını da yerli halkla birlikte kılardı. Yerli halka iyi görünmek için kısa sakal da bırakmıştı”(7).

Abdullah Recep Baysun şöyle yazar: “Paşa’nın karargâhına yaklaşıyoruz; sevinç ve heyecan birbirine karıştı. Atlarımızın üzerinde uçuyoruz… Takdim töreni ifadelendiremeyeceğim kadar heyecanlı oldu. Senelerden beni ismini işittiğimiz Enver Paşa’nın yanındayız. Gözlerimiz gözlerinde. Dalgalanan ay yıldızlı bayrakların altında güneş gibi parlıyor. Milyonlarca insanın ümidi, bu güneşin nuruyla var olacak… Başında Türkistan’ın meşhur karakul derisinden kahverengi kalpağı, hâki renkteki elbisesi, açık renk çizmesi içinde o kadar dinç ve sevimli idi ki… Paşa’nın mütevazı konuşmaları arasında büyük bir kahramanlık seziliyordu. Mektuplarından da anlaşılan cesaret, kahramanlık niteliklerini tahayyülümüzden çok yüksek buluyorduk… Paşa yalnız cesaret ve karamanlığıyla değil, özel yaşayışıyla da herkesin hayranlığını kazanıyordu. Gece çok geç yattığı halde güneş doğmadan kalkar, namazını kılar, senelerden beri yanında taşıdığı Kur’ân’ını sessiz ve uzun uzun okurdu…”(8).

Bir gün, Baysun vilayetinden kendisine katılan üç gençten biri elinde tuttuğu gazetedeki bir yazıyı gösterir: “Bütün dünya işçileri birleşiniz!” Paşa birden sinirlenir; ama hemen gülümsemeye başlar ve şunları söyler: “Hayır oğlum; bu bir hayaldir. Sen kafanda daima, bütün dünya Türklerinin birleşmesini yaşat!”(9).

Bolşevikler girdikleri yerlerde katliamlar yaparlar. Bu durum Paşa’yı çok etkiler. Karargâhının yakınındaki Teberbulak köyündeki katliamı görünce, “Bir millet ancak bu kadar alçak, bir rejim ancak bu kadar kâfir ve şerefsiz olabilir.” demekten kendini alamaz(10).

Enver Paşa (Duşanbe) hükümet konağının balkonunda konuşurken, konağın bayrak direğinde Türk Bayrağı dalgalanmaktadır. Paşa bu bayrağı yanından hiç ayırmazdı. Birkaç defa, “ben şehit olursam, bu bayrağa sararak gömünüz” demişti(11).

Şehâdeti üzerine Abdullah Baysun diyor ki; “Ümit güneşimiz sönmüş, karanlıklar içinde kalmıştık. Yer gök ağlıyor… Kaybolan sade insan değil, milyonlarca Türk’ün ümidi, istiklâli, zaferi, tarihi idi… Onu gözyaşlarıyla yıkadık; üzerine bayrak örterek, çevresine nöbetçiler diktik”(12).

Mücahitlerden Mustafa Şahkulu şöyle anlatır: “Kurban bayramının ikinci günü idi. 5 Ağustos 1922 cumartesi günü… Paşa’nın şehadetine inanmayanlar geliyorlar, naşın üstüne örttüğümüz ve onun hayatında bir an yanından ayırmadığı Türk bayrağını kaldırıyorlar, müsterih ve mütebessim ebedî uykusuna dalmış bu aziz ölünün elini, ayağını öpüyorlar, ‘Muy mübarek, muy mübarek!’ feryatlarıyla afakı inletiyorlardı. Birçok ihtiyarlar yalvararak Paşa’nın sakalından bir kıl istiyorlar; onu en değerli çevrelerine sararak kalplerinin üstüne koyuyorlardı. Hülasa bir kıyamet koptu ki, tasviri mümkün değildir…”(13).

Mustafa Şahkulu’nun kaldığı yerden Zeki Velidi Togan devam ediyor; “Asgari otuz bin kişi toplanmıştı; Belcivan boşalmış gibiydi, herkes Çeğen’e gelmişti. Ahali ağlıyor, hafızların tekbir sesleri, yüksek sesle Kur’an-ı Kerim tilaveti, halkın feryatlarına karışıyordu. Bu kadar ölü gördüm; hiç birisi Enver Paşa’nın ebedî uykusu gibi müsterih ve huzurlu değildi. Sanırdınız ki; neredeyse gözlerini açacak ve size gülümseyecek…”(14).

Kuzey Kafkasya Eski Savunma Bakanı Ali Kantemir Enver Paşa hakkında şöyle der: “Türkiye’de onun hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Enver Paşa her Türkistanlı tarafından saygıyla anılır. Türkistanlılar onu çok sevmiş ve saymışlardır: Enver Paşa yabancı bir ülkede değil, kendi anavatanında, kardeş vatanda Türkler ve Türklük için ölmüştür…”(15).

Hafızam beni yanıltmıyorsa; Birinci Dünya Savaşı sırasında Şam’da konuşlu 4. Ordunun Komutanı Cemal Paşa’nın maiyetinde görev yapmış olan Emekli Org. Ali Fuat Erden, “Birinci Dünya Harbi’nde Suriye Hatıraları” isimli kitabında, Enver Paşa’nın Medine ziyareti sırasında, Medine Tren İstasyonu’ndan Hz. Muhammed’in (s.a.v) kabrine yaya olarak gittiğini, ve etrafında olan bitenlerden habersiz bir şekilde ve huşû içinde ellerini göğsünde birleştirip sürekli ağladığını nakleder.

Enver Paşa gibi, kendisini vatanına, milletine ve dinine adayarak bu uğurda şehid ve gazi olmuş merhumlara Allah’tan sonsuz rahmetler diliyor, okurlarım ve dostlarım ile bütün Türk ve İslam Âleminin mübarek Kurban Bayramlarını tebrik ediyorum. Cümlesine en içten saygı, sevgi ve selamlarımı sunuyorum. Bayramları kutlu olsun.

4 Aralık 2008

Ömer Sağlam

_______________

1- 

2- Aynı haber.

3- Tekin Erer ve Baymirza Hayit’ten naklen Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, s. 550, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2008.

4- Osmanlı Ordularının Başkumandanı Padişah, Başkumandan Vekili Harbiye Nazırı’dır. Aynı gelenek bugün de devam etmektedir. Zira Anayasamıza göre Türk Ordusu’nun Başkumandanı Cumhurbaşkanı’dır. Sefer vaktinde, yani savaş esnasında Genel Kurmay Başkanı bu görevi, Cumhurbaşkanı adına vekâleten üstlenmektedir.

5-  Kutü’l Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı’nda 29 Nisan 1916 günü Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkânsızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin, komutanları General Townshend da dâhil olmak üzere; bütün personeli ile birlikte esir alındığı kesin sonuçlu eşsiz bir zaferdir. Bu zaferi kazanan 6. Ordunun başındaki kumandan Enver Paşa’nın aynı zamanda yaşıtı da olan amcası Halil Paşa’dır. Ordunun kumandanı Halil Paşa’dır ama göndermiş olduğu telgraflarla onu yönlendiren ve talimat veren kişi, Harbiye Nazırı Enver Paşa’dır.

Bereket versin Genel Kurmay Başkanlığımızın resmi internet sitesinde söz konusu zaferle ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir:

“Bugün halkımız tarafından pek bilinmeyen, ancak tarihimizde kazanılmış önemli bir zaferin 91’inci yıl dönümüdür. Bu zafer, 29 Nisan 1916 tarihinde Irak Cephesinde kazanılan Kutü’l Ammare zaferidir. Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya’yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi’ne kadar uzanır.  Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kutü’l Ammare’yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye’yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915’de ileri harekata geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare’de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kutü’l Ammare’yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. Türkler, Kutü’l Ammare’de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir almışlardır.

Kutü’l Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkânsızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zaferdir. Halil Paşa, Kutü’l Ammare zaferinden sonra 6’ncı Ordu’ya yayınladığı mesajında şöyle demiştir:

‘Arslanlar!-

Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.’

Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kutü’l Ammare Zaferi, ‘İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe’ olarak yorumlanmaktadır. Halil Paşa, Kutü’l Ammare’nin teslim alındığı gün orduya bir tebrik mesajı yayımlamış ve bu günün ‘Kut Bayramı’ olarak kutlanmasını istemiştir. Söz konusu zafer diğer zaferlerimiz gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nde düzenlenen etkinliklerle anılmaktadır.”(bkz. .

6- Nevzat Kösoğlu, age, s. 431.

7- Age, s. 554.

8- Age, s. 561.

9- Age, s. 562.

10- Age, s. 575.

11- Age, s. 579.

12- Age, s. 587.

13- Age, s. 587. Nevzat Kösoğlu’nun, Enver Paşa’nın maiyetinde savaşan Türkistanlı Mücahit  Mustafa Şahkulu’dan naklettiği “Birçok ihtiyarlar yalvararak Paşa’nın sakalından bir kıl istiyorlar; onu en değerli çevrelerine sararak kalplerinin üstüne koyuyorlardı.” Şeklindeki rivayeti, Türkiye’mizde bazı camilerde ve Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler Dairesi’nde saklanan Hz. Peygamber’in sakalına karşı halkımız tarafından gösterilen itibarı akıllara getirmektedir. Demek oluyor ki; Türkistanlı Türk kardeşlerimiz, Enver Paşa’yı bir anlamda Hürriyet Peygamberi olarak kabul etmişlerdir. 

14- Age, s. 587.

15- Dr. Baymirza Hayit, Basmacılar-Türkistan Milli Mücadele Tarihi, s. 223-224, TDV. Yayını, Ankara, 1997. Ayrıca bkz. Ömer Sağlam “22-27 Aralık Enver Paşa’ya Sövgü Haftası!” başlıklı makalesi-

  - turkey15wi1amjf0

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir