Demokrat Parti’nin adayı siyah renkli Barack Obama kazandı, yer yerinden oynadı. Doğru “siyah” birinin ABD devlet başkanı olması “tarihsel” ve sevinilecek bir olaydır. Ama “obamania” bu olayın boyutlarını çok aştı, küresel bir “gösteriye” dönüştü: “Tüm dünya ABD’yi kutluyor”, “Bush dönemi bitti”, “ABD rüyası yeniden canlandı”, artık gündemde “işbirliğine dayalı dünya politikası var.” Bu, “Büyük bir zafer”, “ABD halkı tercihini başka bir Amerika için kullandı.” Kimilerine göre de ABD “uzun bir süre için sola döndü.”
Dünya medyasının (uluslararası medya tekellerinin) “müthiş bir estetik yöneticilik” becerisiyle ürettikleri, dünya halklarının da hevesle seyrettiği bu “gösteri” acaba neyin semptomu?
Önce bazı gerçekler
Obama seçim kampanyasında 650 milyon dolar harcama yaptı. Obama kampının internet üzerinden çok başarılı bir bağış kampanyası gerçekleştirdiği sürekli vurgulandı. Ancak yakından bakınca iki olgu dikkat çekiyor. Birincisi, büyük şirketlerin kampanyaya yaptıkları mali katkılar, bireylerin bağışlarını çok aşıyor. İkincisi, parası önceden ödenerek satın alınan kredi kartlarıyla yapılan (kaynağı belirsiz) bağışlar tartışma yaratacak boyutlara ulaşıyor.
Financial Review’un temmuz ayında aktardığına göre ilk kez bu seçimlerde, Wall Street bankerleri, Heç fonların müdürleri Cumhuriyetçilerden daha çok Demokratlara bağış yapıyorlarmış. Heç fon müdürlerinin Obama kampanyasına yaptıkları bağış, daha o tarihte 822,375 dolara ulaşmış. Ağustos sayısında, bu konuya “Satılık adaylar” başlığıyla değinen Rolling Stone dergisi Obama kampanyasına Goldman Sachs’ın 627,000, JP Morgan Chase’in 398.021, Lehman Brothers’ın(!) 353.922, Morgan Stanley’in 291.388 dolar bağış yaptığını bildiriyordu. Heç fonların Obama’ya yaptıkları toplam bağış, McCain kampanyasına yaptıklarından 500.000 dolar daha fazlaymış. Rolling Stone yorumunu, “Obama, sürekli ‘Yeni Washington’ diyor. Ama bu seçimlerin gerçek mirası, siyasi sistemimizin hiç değişmeyen oligarşik doğasını, bir kez daha sergilemek gibi bir trajedi olabilir” sözleriyle bitiriyordu.
Obama’nın maliye bakanlığı adayları listesinin başında, bu mali krizin mimarlarından Rubin, Summers ve neoliberalizmin ilk tetikçisi Volcker’in adlarının geçmesi, Rolling Stone’un korkusunun gerçekleşeceğini gösteriyor.
Obama’nın siyah olmasına gelince. ABD’de belli bir gelir diliminin üzerine çıkınca, renk farkının ortadan kaybolduğunu, daha önce iki siyahın, Powell ve Rice’ın yönetimin en üst kademelerinde görev yaptığını, başka siyah meclis üyeleri olduğunu anımsamak gerekir.
Üç korkunun kesiştiği yerdeki ‘fantezi’
“Obamania”, diğer bir deyişle “umudumuz Obama”, “fantezisi”, üç korkunun kesiştiği yerde ve yukarıdaki, herkesin çok iyi “bildiği” gerçekler “yadsınarak” yaratıldı.
Bu korkulardan birincisi, “ekonominin, küreselleşme döneminde, sermayeden yana giden sarkacının, şimdi emekten yana geri dönmeye başlayabileceğine” ilişkin.
Geçen ay yayımlanan bir OECD raporu gelişmiş ülkelerde küreselleşmeden öncelikle zenginlerin yararlandığını, gelir dağılımının bozulduğunu ortaya koyuyordu (Financial Times, 22/10/08). İki yıl önce, bu kaygılar yoğun bir biçimde tartışılırken aktardığımız gibi, üretkenlik artmış, ama neo-liberal teorinin savlarının aksine emeğin payı artmamıştı (Stephen Roach, 23/10/06).
Dahası, geçen 20 yılda yalnızca en yoksulların değil, özellikle ABD’de orta sınıfların refahında ciddi bir gerileme yaşandı. Der Spiegel’de yayımlanan bir araştırmaya göre,1970-90 dönemini kapsayan, 20 yılda ABD’de yüzde 20’lik beş gelir diliminin, en yoksuldan en zengine doğru gelirleri sırasıyla, yüzde olarak 120, 110, 107, 114 ve 94 artmış. Bir sonraki (“küreselleşme”) dönemdeyse, artışlar, sırasıyla (-1.4), 6.2, 11.1, 19 ve 42 olmuş (Steingart, 24/10/06).
Gördüğünüz gibi, ABD genel olarak yoksullaşırken, en üst yüzde 20’lik kesim pastadan en büyük payı almaya devam etmiş. Ancak başka veriler, en üst yüzde 1’in payının, yüzde 100 artarak, 1979’da yüzde 7.5’ten 2006’da yüzde 14’e yükseldiğini gösteriyor (Costello, The Asia Times 17/04/08). ABD halkı 1930’lardan bu yana en büyük krize, büyüme döneminden yararlanamamış, ev ve borsa kriziyle birlikte büyük bir gelecek korkusuna düşmüş olarak giriyorlar. Diğer bir deyişle önümüzdeki dönemde ABD’nin en zengin kesimlerine yönelik bir toplumsal tepki riski var.
İkinci korku, Bush döneminin imparatorluk projesinin çökmesiyle, ABD’nin küresel saygınlığının dibe vurması, buna karşılık yeni güçlerin yükselmesiyle ilgili. Küresel ekonomik güç dengesinin doğuya doğru kaymaya başlaması da bu gerilemeye dünya tarihsel bir boyut katarak (Golub, Le Monde Diplomatique Kasım 2008), Avrupa’da da tedirginliği arttırıyor.
Üçüncüsü de bizim malum “A takımının” dünyadaki, büyük medyada çalışan benzerlerinin korkusuyla ilgili. Bunlar geleceklerini ABD’ye hizmet edebilmeye bağlamışlardı. Bu iş giderek zorlaşıyor, ülke içinde inanılırlıklarını hızla kaybediyorlardı.
Bu üç korkunun kesiştiği yerde, her derde deva bir “fantezisi” oluştu. Örneğin, Obama adeta halkın iktidara gelmesiydi. Kriz halktan yana tedbirlerle aşılacaktı. Yalnızca siyahların, Latino kesimin değil, beyaz işçi sınıfının, daha önce Cumhuriyetçilere oy veren beyaz orta sınıfın da desteğini alarak seçilmiş olması, kimlerin huzursuzluğuna bir yatıştırıcı, “Evet yapabiliriz!” (Yes we can) sloganının en azından dört yıl daha kimlere yem borusu olacağını gösteriyor.
Obama’nın şimdi, Bush döneminin, iki savaş, Guantanamo, Abu Garib, Katerina, rüşvet skandallarından, açık militarizminden, küresel ısınmaya karşı tedbirleri engelleyen tutumundan sonra, ABD’nin imajını, “yumuşak gücünü” yenilemesi, Batı ittifakını güçlendirmesi umuluyor. Ancak birincisi, “yumuşak” güç, ekonomik ve kültürel çekicilik olmadan, salt kendisi için değil tüm kapitalizm için çözüm olacak yeni bir ekonomik model, dahası maddi kaynak sunmadan, nihayet dünyanın kimi gerçek sorunlarını çözemeden elde edilemez. İmajdan çok, yapısal özelliklerle ilgili bir şey “yumuşak güç.” İkincisi ABD dış politikasında, Bush’un ikinci döneminde başlayan yönelimden öte, köklü bir değişim yaşanacağına ilişkin hiçbir işaret yok. Dahası geçen aylarda yayımlanan kimi Pentagon ve CSIS raporları, ulusal çıkarlarla jeo-ekonomik arasındaki ilişkileri, asimetrik savaşları, ulus inşa etme kapasitelerinin önemini vurguluyor, bir anlamda yeni savaşları haber veriyorlardı. ABD ile AB arasında, hem krizin, hem de yükselen güçlerin yönetilmesine ilişkin gerçek çıkar farklarından kaynaklanan sorunlar var.
“A takımı” ve benzerlerine gelince, kendi imajlarını parlatmak için, Obama vesilesiyle patronun imajını parlatmaya, Obama’yı eleştirenleri “ulusalcı” ilan etmeye çabalıyorlar. Bu arada bu “ulusalcı” suçlamalarının gerçek işlevini bir kez daha sergiliyorlar. Ama kısa süre sonra, kaçınılmaz olarak “Obama fantezisi” çözülmeye başlayınca, eskisinden daha gülünç durumlara düşmekten kurtulamayacaklar. Tarih yön değiştirdi bir kez…
Bir yanıt yazın