From: merhan07@gmail.com
Subject: MUSTAFA HAKKINDA 1
Psikolog Sebla Kutsal, psikolojik savaşın en ahlaksızcasının nasılyapılabileceğini belgeselleştiren ‘MUSTAFA’ filmini izledikten sonra dayanamayıp bir mail yazmış.
Can Dündar Nobel’i hak ediyor!
29 Ekim’de Can Dündar’ın ‘Mustafa’ isimli filmine gitme gafletinde bulundum.
Dündar filminde büyük bir mucizeden bahsediyor…
Özetlersek, filme göre, Mustafa ;
Birkaç sefer özenle altı çizildiği üzere karı-kız düşkünü, bir oturuşta mutlaka bir büyük rakı içen, bugün karşılaşsanız, eline bir psikiyatrın kart vizitini tutuşturup ‘aman bir an evvel bu numaradan bir randevu al kendine’ dedirtecek derecede vahim kişilik bozukluklarına sahip, çok zengin bir kadın için sevgilisini terk edip onun intiharına neden olan, çocukken yediği bir dayak üzerine yıllarca içinde bitmek bilmeyen bir kini biriktirip, sırf bu sebeple ülkeyi laiklikle buluşturarak, modern eğitimi başlatarak, dini eğitim veren kurumda yediği dayağın öcünü alan birisi…
Sadece bu kadar mı sandınız? Elbette hayır! Cephedeki cesaretine bir kez olsun değinilmeyen Mustafa’nın geceleri karanlıkta uyuyamadığını öğreniyoruz… İçinde sürekli bir korku ve tatminsizlik hissi taşıyor. Cumhurbaşkanı olup da artık hiçbir şey yapmadan boş boş oturmaya başlayan bu adamın iç sıkıntısı daha da büyüyor. Öyle ki tek tesellisi çalgılı, içkili sefa âlemleri. Yapayalnız kaldığı dünyasında hasta ruhuna gitgide teslim oluyor. Çok mutsuz, hem de çok…
Film, Mustafa’nın ‘dinsiz’ olduğunu vurgulamak üzerine kurgulanmış. Kurtuluş savaşını desteklerini alabilmek için dindar kesimleri ve kurumları kandırmış, sonra işi bitince de onların ipini çekmiş. ‘Dinin afyon etkisi’ üzerine söyledikleri filmde sık sık yer alırken, Ramazan ayında içmediği, Kur’an tercümesi yapan özel bir görevli yardımıyla dini anlamaya çalıştığı ve malum çevrelerin sıkı adamı Nevzat Yalçıntaş’ın ortaya çıkardığı üzere Hz. Muhammed’in mezarını yıkmak isteyen Suudiler’e ‘orduları gönderirim, ayağınızı denk alın’ mealinde bir telgraf yollayarak mezarı yıkılmaktan kurtardığı, vb. birçok bilgi seyirciden özenle saklanmış.
Kurtuluş savaşı harita üzerinden ve birkaç basit sahneyle ‘oldu da bitti maşallah’ tadında kestirme yoldan anlatılmış. İnsanda, tüm milli direnişin ve çarpışmaların kısacık bir sürede tamamlandığı ve memleketin kolayca kurtulduğu hissi uyanıyor.
Zaaflarla dolu zayıf karakterine ve acı dolu anılarına tutunarak sürüklediği ömrünün en sıkıntı verici son döneminde ise Mustafa ‘beni hatırlayın!’ diyor. Hatırlanmaya değmeyeceğinin kendisi bile farkında olmalı ki, unutulmaktan ölesiye korkuyor…
Film, sürekli not tutmak suretiyle tekrar tekrar izlenir ve derin yapısını çözmeyi amaçlayan bir gözle incelenirse, yukarıda yazdığımdan çok daha fazla Mustafa aleyhtarı unsur kolaylıkla listelenebilir. Aktardıklarım, bir çırpınışta aklıma gelebilenlerden ibarettir.
Dündar filminde büyük bir mucizeden bahsediyor… Çünkü Dündar’ın Mustafa’sı, bırakın çeşitli devletlerce işgâl edilmiş bir ülkeyi düşmandan temizleyipyeni bir ülke kurmayı, bir sürüye çobanlık yapmayı bile beceremeyecek bir adam. Ancak nasıl oluyorsa Türkiye’yi kuruyor! Yani film bir mucizeyi anlatıyor… Oysa ki savaşlar ve şehitler kan kırmızısıdır. Yepyeni bir devletin kuruluşu ve bir ulusun şahlanışı buz gibi gerçektir. Mucizeler ise ancak masallarda anlatılır.*
Yazdığı ve yönettiği masalla Can Dündar, görevini ifşa etmiştir. Misyonu tamamlanmış bir görevli olarak kesinlikle eserini bir masal kitabı olarak da yayınlamalı ve hak ettiği Nobel ödülünü almalıdır!*
Ancak ben Mustafa’yı tanımıyorum…
Sadece Mustafa Kemal bilirim ki kendisine Atatürk denir.
O da bizim gibi etten kemiktendir lâkin bedeni çürüyüp gitmişse de ruhu bizimledir.
İnsan olduğu için hatalar yapmıştır fakat hatalarıyla doğrularını iki ayrı kefeye koyup da hakikâti göremiyorsak, içimizdeki vicdanın terazisine yazıklar olsun!
Benim gibi düşünenlere, ‘Atatürk’ü putlaştırmayın, O’nu da herkes gibi doğrularıyla yanlışlarıyla tartışalım’ diye saldıracak olan aydınımsılara cevabım önceden hazırdır; ‘İyi niyetinize bir saniye olsun inanabilseydim,
kapımı açar sizi beklerdim…’
Havai fişek sesleri İstanbul’u inletirken yazıma son veriyorum…
Değerlerimiz, bir kum saatinin incecik belinden akıp giderken, o gösterişli fişeklerin gürültüsünün çığlıklarımızı bastıramamasını, gökyüzünü kaplayan renk cümbüşünün gözlerimizi boyayamamasını temenni ediyorum…