ZAFERLERİN ANLAMI, ÖNEMİ VE DEĞERİ

 Mustafa Nevruz SINACI

            Bir zaferler ayını daha geride bıraktık. Bu yıl hiç zafer kazanmadan…

            Tarihe geçecek, insanlığa umur ve huzur getirecek bir büyük başarımız olmadan..

            Durağanlık Türk milleti için çok acıdır. Zordur. İnsan için de…

            Ne demiş Cihânşümul Peygamber: “bu günü dünün aynı olan bizden değildir.”

            TARİHE YOLCULUK

            Güneş balçıkla (çamurla) sıvanmaz; Asıl azmaz, bal kokmaz; Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner; At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır; Her şey aslına rücu eder…

Bunlar ve daha birçok özlü söz, atasözü ve deyim, kahraman, onurlu-erdemli ve soylu ecdadımız tarafından, geleceğe (günümüz nesillerine) ışık tutsun, aydınlık yapsın ve ibret olsun diye söylenmiş nadir emanet, vasiyet ve nasihatlerdendir.

Atatürk’ün bu meyanda hedef gösterdiği: “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak”. Bu hedefi gerçekleştirmek içinse “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilim ve fendir” gerçeğine; Emanet ve vasiyetine sarılmak günümüzde kazanılmayı bekleyen daha nice çok şanlı, şerefli ve büyük zaferlerin temel umdesi, sebep ve hikmeti olacak, bu millet tarih içinde asla zafersiz kalmayacak ve zafersiz de olmayacaktır.  

            Ama biz yine de, özellikle 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve bu ayı şereflendiren diğer zaferlerle ilgili kısa bir yolculuğa çıkalım.    

Türk milleti ve Anadolu insanı’nın moral, motivasyon ve hayat kaynağı şüphesiz büyük zaferlerdir. Fıtratı gereği Türk insanı sadece zulme, kötüye, kötülüğe, gasp, irtikap, işgal-tasallut, yasa tanımazlık ve küstahlığa karşı kazanılan mücadeleyi “zafer” addeder.

            Türk milleti tarih boyunca mazlumla bir mücadeleye girmemiş ve masumun (tüyü bitmemiş yetimin) hakkına asla halel getirmemiştir.

Bu O’nun yüceliği, mertliği, insanlık derecesi, dürüstlük ve yüksekliğinin simgesidir.

Türk, Yunanlı gibi hezimet ve hüsranla sonlanmış haksız bir işgali zafer olarak nitelemez. Asla bu kadar küçülmez ve onursuzlaşmaz.

Tefrika yalan, talan ve bir ham hayal uğruna gasp-işgal (Filistin) ve zulme dayalı vaat edilmiş topraklar (İsrail) ideali Türkler için (Anadolu deyimiyle) kalleşçe ve kancıkçadır.

Nihayet tam bir senaryo, komplo teorisi, sahtecilik, düzenbazlık, kurmazlık ve dessaslık üzerine kurulu Ermenistan’ın tanınma, tazminat ve toprak furyası Türkler için (beklenir sonuç alınsa bile) asla bir zafer değil, aksine büyük bir ayıp, ebedi hicap, utanç, insanlık dışı, haksız edinim ve lanetli bir girişim olarak nitelenir. Menfur müteşebbisleri asla affedilmez. Derhal cezalandırılır ve leşleri tarihin karanlıklarına gömülür.

Bu meyanda Türk milleti Nazım Hikmet Ran (Werzansky) gibi nesebi gayrisahih, Türklük onuru, insanlık gururu, şeref ve haysiyet yoksunu hainlerin kalıntılarını vatan toprağına sokmayacak kadar da izzeti nefsine, şan’ına, soylu kimlik ve üstün kişiliğine düşkün bir millettir. Türk, namuslu dürüst ve merttir. Türk kalleş değildir. Türk medenidir.      Türk’ün zafer anlayışı helal, hak, koruma ve nefsi müdafaa gerçeğine dayalıdır.

            Aslında Türk için “zafer” sadece ve yalnızca savaşla sınırlı bir olgu da değildir.

            Bunu Atatürk’ün hedef gösterdiği ilkeler ile Türk medeniyet ve inanç ikliminde de rahatlıkla görebiliriz. Meselâ: “Yurtta sulh cihanda sulh”, dünya barışına katkı sağlamak; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”, ilimde-fende yükselmek; “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” gibi… İşte bunlar Türk milleti için hedeflenen zaferlerdir.

            İŞTE ZAFERLER AYI VE 30 AĞUSTOS

            30 Ağustos Zafer Bayramı ve önemi: Bilinen ve gün ışığına çıkan binlerce yıllık kültür ve medeniyetimizin neredeyse bütün gün ve aylarına nakşedilmiş, tarihin şeref sayfalarına Türk’ün medarı iftiharı-mefahiri olarak geçmiş binlerce zafer vardır. Fakat yaşayan nesiller için en ziyade kayda, anılmaya ve anlatılmaya değer zaferlerden biri şüphesiz 30 Ağustos’tur.

Yüce Türk ulusunun 30 Ağustos zafer bayramı kutlu olsun.

HATIRLAMAK GEREK

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla yurdumuz tamamen elimizden alınıyor ve öz vatanımızda hür yaşama hakkımıza fiilen son verilmek isteniyordu. Yüzyıllardır üzerinde bağımsız olarak yaşadığımız bu topraklar kalleşçe gasp ve işgal edilerek tarihi hasım ve düşmanlara peşkeş çekiliyor, Osmanlı devleti, Türk halkı ve Mustafa Kemal önderliğinde başlayan hürriyet, adalet ve bağımsızlık hareketi de bunu kabule zorlanıyordu. Büyük Türk milletinin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. Bu gasp, işgal ve tasalluta karşı 19 Mayıs 1919′da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, efsanevi önderi ile Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.

Amasya Genelgesi’nin yayınlanmasının ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı.

Daha sonra 27 Aralık 1919′da Ankara’ya gelen Atatürk, 23 Nisan 1920′de TBMM’yi kurdu. Böylece hem memleketin yönetimi halkın iradesine teslim edildi hem de Kurtuluş Savaşı’nın merkezi Ankara oldu.

TBMM ‘Meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. “Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşü”nden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı. Teşkil edilen düzenli ordularla savaşa girildi. İlk başarı, Doğu’da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde..

Yunanlılarla, I.İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı. Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılara büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan ordusu yeniden saldırıya geçti. Saldırı üzerine Mustafa Kemal, ordularına: “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” emrini verdi.

Türk askeri, büyük bir azim, irade, kahramanlık ve fedakârlıkla bu karara uydu.

23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesiyle, Türk milleti 1699 Karlofça Antlaşmasından beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu. Sakarya Savaşı, Türk milletinin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e “gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verildi. Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı’ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı.

1922 yılı Ağustosuna kadar, hazırlıklar tamamlandı. Güneydeki Türk birlikleri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydırıldı”. İstanbul’daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silâhlar satın alındı. Ordumuza taarruz eğitimi yaptırıldı. Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in başkomutanlığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922′de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos’ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis’te vardı. Bu savaş, Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı. Büyük Taarruzun başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir’e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922′de İzmir’in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu.

Fiili işgal süresince Anadolu’da insanlık dışı katliam, tahribat, zulüm, vahşet ve soykırımlar yapılmıştır. Bu insanlık dışı soykırımlarla yüz binlerce insanımızı hunharca katleden hain ve zalim düşman Yunanlı, Amerikalı, İngiliz, Fransız, İtalyanlardır

(devamı var)



 

 

 

ZAFERLERİN ANLAMI, ÖNEMİ VE DEĞERİ (2)

 Mustafa Nevruz SINACI

Bunların sinsi destekleri sonucu azgınlaşan Ermeni dönmeleri dâhil onursuzca, soysuzca, haksızca ve alçakça yurdumuza saldıran yedi düvele karşı misak-ı Milli’nin işgaline “dur” diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya haykıran-ispatlayan bu büyük zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, bayram yaparak, onur duyarak ve kahraman atalarımızla iftihar ederek; minnet ve şükranla bu güne kadar kutladık.

Bundan böyle de kutlamalıyız. Dünya durdukça ve Türk milleti tarih sahnesinde kaldıkça da kutlamalıyız. Ancak, kazanılan zafer ve kutlanan bayramların önem ve değerleri mana ve muhtevalarında gizlidir. Bunu genç nesillere çok iyi anlatmak ve açıklamak gerek.

Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda seziliyordu. Biraz sonra dünyada büyük bir sarsıntı olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin çıkıp doğabilmesi için elbette bu çöküntü, değişim ve dönüşüm gerekli idi.

Karanlıklar içinde bu çöküş gerçekleşmeli idi.

Gerçekten göğün karardığı bir sırada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara Allah.. Allah.. nidalarıyla destansı bir kahramanlıkla saldırıya geçtiler. Sanki karşımızda düzenli bir ordu, nizami bir güç kalmamıştı. Büsbütün yok olmaya yüz tutmuş darmadağın bir kılıç artığı döküntü vardı artık (M. Kemal Atatürk – 30.8.1924).

27 Ağustos 1922 sabahı 57.Tümen Çiğiltepe’yi kuşatmıştır.

Saat 10.30’da M. Kemal telefonda komutana sordu; Reşat Bey bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız? Komutanım yarım saat sonra alacağız. Başarılar diliyorum.

Saat 10.45.M. Kemal: Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli. Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız

komutanım mutlaka alacağız. Saat 11.00. Başkomutan M. Kemal: Reşat Bey’i istiyorum.

Komutanım Reşat Bey size bir not bırakarak intihar etti. Okuyorum:

Yarım saat süresince bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yerine getiremediğimden dolayı yaşayamam komutanım.

            M. Kemal’in gözleri Çiğiltepe’ye çevrilir…

Reşat Bey için, saygı duruşu yapar gibi, gözleri yaşlı bir süre kımıldamaz.

Komutanlarını bu tepenin alınmayışından dolayı yitirdiklerini işiten tümen askerleri, duyduğu acıyla coştu ve heyecanlandı. Albay Reşat’ın ölümünden yarım saat sonra Çiğiltepe ele geçirildi. Söz yerine getirilmiş, başarı sağlanmış, ama verilen sürede olmadığından askeri onur ağır basmış, Albay Reşat zaferi görememişti.

11.45 Başkomutanın telefonu çalar: Çiğiltepe alınmıştır komutanım.

Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincan Ovasına doğru kaçmaktadır, arz ederim.

BÜYÜK TAARRUZA DOĞRU:

Ankara’da teslimiyet, mandacılık ve ihanet odakları sinsice taraftar kazanıp yayılırken, savaş hazırlıkları tamamlanmak üzeredir. Bir yıl kadar süren büyük hazırlık dönemindeki en önemli gelişme, ordunun silah ve donanım gücünün arttırılmasında görülmektedir.

Batı Cephesi’nin Sakarya Savaşı başlangıcındaki 56.448 tüfek, 501 makineli tüfek ve 166 topluk silah gücü; büyük taarruzun başında 97.792 tüfek, 812 ağır makineli tüfek ve 340 top’a yükselmiş, böylece Yunanlılara silah gücü bakımından oldukça yaklaşılmıştır.

Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman ordusunun büyük ve kuvvetli bir bölümü Afyonkarahisar-Dumlupınar arasında bulunuyordu. Diğer kuvvetli bir bölümü de Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki bölüm arasında da yedekleri bulunuyordu. Düşman sağ kanadını, Menderes boyunda bulundurduğu kuvvetlerle sol kanadını da İznik Gölü kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Buna mukabil Türk Ordusu da Batı Cephesindeki kuvvetlerini iki ordu biçimde örgütlemiş ve düzenlemişti.

Mustafa Kemal’in değerlendirmesine göre “Kuruluşları başka başka olan iki ordu karşılaştırılırsa iki yanın insan ve tüfek güçleri aşağı yukarı birbirine denk bulunuyordu. Yalnız Yunan ordusu, (dünyanın özgür ve kendisine yardım ve yataklık yapan ABD, İngiltere ve Fransız fabrikalarına dayandığı için) makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik araç gereç bakımından, daha üstün bir durumda bulunuyordu. Bizim ordumuzun ise, süvari sayısı bakımından üstünlüğü vardı.”

Başkomutan M. Kemal Paşa’nın gerçekleştirmek istediği planın temeli, düşmanın bütünüyle yok edilmesi üzerine kurulmuştu. 24 Temmuz’da Konya’da İngiliz General Tavshend’i kabul etti. I. Dünya Savaşı’nın bu ünlü Generali, M. Kemal ile yaptığı görüşmelerden sonra verdiği demeçte; “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu gece kadar ezildiğimi anımsamıyordum. M. Kemal’de, büyük bir ruh gücünün gizemi var” diyerek duygularını dile getirdi.

27 Temmuz’da yeniden Akşehir’e dönen M. Kemal, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile birlikte, hazırlanan saldırı planını inceledi. 15 Ağustos’a kadar bütün hazırlıkların tamamlanması kararlaştırıldı. 28 Temmuz günü öğleden sonra, ordu birlikleri arasında yapılacak bir futbol maçı nedeniyle, Ordu Komutanlarıyla birlikte bazı Kolordu Komutanları Akşehir’e çağrıldı. 30 Temmuz 1922 gecesi İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile yeniden buluşarak saldırının biçim ve ayrıntılarını saptadılar.

BÜYÜK TAARRUZ

Ulusunu her konuda bilgilendirmeyi görev sayan M. Kemal, bu hazırlıkları ve gelişmeleri Söylev’de anlatmayı sürdürür: 

“Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve saldırının çabuklaştırılmasını buyurduktan sonra Ankara’ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı 6 Ağustos 1922’de ordularına, gizli olarak, saldırıya hazırlık buyruğu verdi. Ben, birkaç gün sonra yola çıktım. Gidişimi belirli birkaç kişiden başka bütün Ankara’dan gizledim. Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklar, Dahası, benim Çankaya’da çay şöleni verdiğimi de gazetelere duyuracaklardı. Bunu, kuşkusuz o zamanlar işitmişsinizdir.

Trenle gitmedim. Bir gece otomobille Koçhisar Üzerinden Konya’ya gittim. Konya’ya gidişimi orada hiç kimseye telgrafla bildirmediğim gibi Konya’ya varır varmaz telgrafhaneyi gözaltına aldırarak, Konya’da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesi sağladım.

20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat dörtte Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanı’na emir verdim. 20/21 Ağustos 1922 gecesi 1. ve 2. Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhı’na çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanı’nın yanında saldırının nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu biçiminde açıkladıktan sonra Cephe Komutanı’na o gün vermiş olduğum emri yineledim. Komutanlar işe koyuldular. Saldırımız her bakımdan bir baskın biçiminde yapılacaktı. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de, yığınağın ve düzenlemenin gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bundan ötürü, her türlü yürüyüş gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinlenecekti. Saldırı bölgesinde yolların düzeltilmesi gibi çalışmalara düşmanın dikkatini çekmemek için kimi başka bölgelerde de düzmece çalışmalar yapılacaktı.”

Öte yandan Afyon-Eskişehir çizgisinde yerleşen Yunanlılar, Sakarya’dan sonra mevzilerini büyük ölçüde güçlendirmişlerdi. Yunan mevzilerini gezen İngiliz uzmanların, “Türkler beş altı ay boyunca saldırsalar da buraları ele geçiremezler” biçimindeki değerlendirmeleri, Yunanlılara büyük bir moral verdiği için Anadolu’da sürekli kalmaya yönelik çalışmalara girişmiş, İzmir ve yöresini Ionia (İyonya) adıyla kendi topraklarına kattıklarını ilan etmişlerdi.  (devamı var)

 

 

 

 

 

ZAFERLERİN ANLAMI, ÖNEMİ VE DEĞERİ (3)

 Mustafa Nevruz SINACI

BASKIN SALDIRI: BÜYÜK TAARRUZ VE ZAFER;

Başkomutan Mustafa Kemal, Büyük Taarruzu bütün görkemi ile şöyle anlatır:

“26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk. Sabah saat 5.30’da topçu ateşimizle saldırı başladı. 26 ve 27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 km uzunluğunda bulunan pekiştirilmiş düşman cephelerini düşürdük.

Yeniden düşman ordusunun büyük kuvvetlerini 30 Ağustos’a kadar, Aslıhanlar yöresinde çevirdik. 29–30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım. Haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetlerini kuzeyden, güneyden ve batıdan çevirmeye uygun bir durum almış bulunuyorlardı. Böylece, düşündüğümüz ve kesin sonucu sağlayacağını umduğumuz durum gerçekleşmiş oluyordu. …. 

30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Meydan Savaşı adı verilmiştir), düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak kıldık. Düşman ordusu Başkomutanlığını yapan Yunanlı General Trikopis de tutsaklar arasındaydı.

Demek tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oldu.”

Büyük Zafer`i, 1 Eylül 1922 günü duyuran Başkomutan, kaçan düşmanın takibi için ordulara da tarihi emrini verdi: `İlk hedefiniz Akdeniz`dir. İleri.`

Türk ordusu, Başkomutanın emrini, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir`e girerek yerine getirdi.

BİR YIL EVVEL AYNİ GÜNLER: SAKARYA SAVAŞI’NDA 42. ALAY;

42. Gönüllü Giresun Alayından bir Gazi’nin anılarından; 

Samsun üzerinden Rum ve Ermeni çeteleriyle savaşıp dağıtan 42. Gönüllü Alay Ankara’ya gelmesiyle derhal Sakarya cephesine, savaşa katılmak üzere hareket eder.

Savaşın çok kritik anında 2. Kolordu 4. Tümene dâhil olarak, Haymana üzerinden Ankara’ya yönelme gayretinde olan Yunan Ordusu’nu, stratejik önemi büyük Mangal Tepe’den atmak için aniden savaşa dahil olur.  42. Alayımızın komutanı Hüseyin Avni Bey’in emirleriyle, derhal batıdan taarruz eden düşmana karşı cephedeki yerimizi almak üzere, 2-3 kilometre sağımızda kalan ve öncü birliklerimizce etekleri korunmaya çalışılan, Mangal Tepe’ye hareket ettik, Mangal Tepe bütün haşmetiyle görünüyordu…

Akşama doğru Mangal Dağı’nın eteğindeki 42. Alay’ın savunması gereken koridora iyice yerleşerek savaş düzeni aldık. Düşman sürekli hücum ediyordu. Savunma tertibatı alarak, istihkâm kazıp, siperlerimizi tuttuk. Taarruz eden düşmana karşı taciz ateşine başladık.

Hüseyin Avni Bey; başında kalpağı, bıyıklı, ablak yüzlü, geniş omuzlu, baba-yiğit bir komutandı. Düşmanın ateş gücü bize göre daha yüksek olduğundan, muharebe çok şiddetli geçiyordu. Vurulan ve yaralanan arkadaşlarımız çoktu.  Şehitlik mertebesine  erişenler hemen savaş mahallinde gömülüyordu. 

Ağır kayıplarımıza rağmen, Mangal Tepe’yi savunarak düşmana geçit vermiyorduk.

BİNBAŞI HÜSEYİN AVNİ ALPARSLAN’IN ŞEHİT OLUŞU:

28 Ağustos 1921, hava kapalı ve boğucu, güneş gizlenmiş, ikindi saatleri zamana hükmediyordu.. Onu bir gün dahi siperlerde görmemiştim. Hüseyin Avni Bey bir dağ gibi yürüyor, şarapnellere aldırış etmeden siperlerin önünde hem savaşıyor hem de bizlere bağırarak, “Evlatlarım, yavrularım, hepiniz bu vatanın evladısınız, kanımızın son damlasına kadar savaşacağız. Şu Yunan’ın kurşunundan ne olur, kendisinden ne olur, hadi yiğitlerim, hadi aslanlarım” derken, önce tüfeğini, ardından tabancasını düşmanın üstüne boşaltıyordu…

Birden büyük bir sessizlik hâkim oldu. 10 metre kadar sağ tarafımda, siperin önünde sağ dizinin üzerine çökmüş bir halde dışarı fırlayan buğulu bağırsaklarını sol eliyle içeri basarken,  “Ben bu yaradan ölmem, devam edin, aslanlarım, devam edin yiğitlerim” diye var gücüyle bağırıyordu…Yunan şarapneli bir kalleşlik yapmıştı.

Hemen sedyeye alınarak sıhhiye neferlerince cephenin gerisindeki çadıra yetiştirilmek üzere götürüldü. Hepimiz umutluyduk, tekrar gelecekti.

Komutanlığı devir alan genç subayla (yedek teğmen) muharebeye ayni heyecanla devam ediyorduk. Ama o gün bir dağ devrilmişti…

Sakarya’nın bağrındaki Haymana Ovası, Mangal Dağı, Gökgöz mevkii, Dua Tepe diz çökmüş, kan ağlıyordu… Sabah olup ta gün vurduğunda, karşılıklı yüzlerce kişi hayatta değildi. Cephemizin önü sayılamayacak kadar Yunan ölüsüyle doluydu.

Ölülerini bile geriye çekememişler veya gömememişlerdi. 

Fakat 42. Gönüllü Alayda da çok büyük çökme olmuş, bir avuç nefer kalmıştık.

Buna rağmen yinede düşmanın tahakkümü altına girmemiştik.

Tıbbi yetersizlikler dolayısıyla, Giresun yöresinde, Milli Kuvvetlerin, “Alparslan Gurubu”nu oluşturan, 42. Gönüllü Alayın Komutanı ayni zamanda Türkçe ve Türklük hakkında günümüze yol gösteren düşünür ve yazar Binbaşı Hüseyin Avni ALPARSLAN 30 Ağustos 1921 günü Şehit olmuştu.

Ancak Şehitler olmadan Zaferler de olmamaktadır…

30 AĞUSTOS ZAFERİNİN ÖNEMİ:

Tarihimizde pek çok zafer ve fetihler vardır, ancak 30 Ağustos Zaferi, Anadolu’da Türk varlığını hedef alan dâhili ve harici her türlü düşmanın (bedhahların) planlarını fiilen bozmuş, bugünlere gelen 75 milyonluk halkımızın özgür, bağımsız yaşamasına ve varlığını sürdürmesine imkân sağlamıştır. 

Bugün ittifakları, imkân, kaynak, işbirlikçi ihanet odakları geniş Türk ve Türkiye düşmanı cephe;  yeni Ali Kemalleri, Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyetin Kuruluş ilkelerine, Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşı tüm şehitlerimize, akla gelmedik yakıştırma ve iddialarla saldırılarını artırmışlar, Türk Ulusu’nun bir kısmını da istismar ettikleri suni gündemlerle etki altına almaya başlamışlardır.

Bugünkü bu çevrelerin; o günlerde işgal orduları için “misafirlerimizdir, karşı koymayalım” diyen, vatanı savunan dönem Kuva-yı Milliye’ciler için “Haindir, İdamları gerekir.”kararı çıkaran Damat Feritlerden, o günlerdeki vatan haini işbirlikçilerden hiç bir farkları yoktur.

Bu nedenle, her milli ve dini bayramda olduğu gibi 30 Ağustos zafer bayramının yıl dönümlerinde bilhassa günün ortam ve şartlarını hatırlamak, yaşananları yeni baştan incelemek, milli tarih ve milli hafızayı güçlendirerek “ebedi hasım ve amansız düşmanlara” karşı bilinç oluşturtmak için: “Tarih boyunca kazanılmış tüm Zaferlerimiz ile nihayet 86 yıllını ancak doldurmuş genç Cumhuriyetimizin bayramlarına” sahip çıkalım..

30 Ağustos Bayramı törenleri ve etkinliklerini arttıralım.

30 Ağustos Zafer Bayramlarına, yaz demeden, sıcak demeden hep birlikte katılalım.

Her şeye rağmen ve mutlaka 30 Ağustos 2008’de Zafer Bayramı törenlerinde olalım.

Hakkımızda çokça söylenen iki söylemi artık temelli reddetmemiz, gerçek olmadığını ispatlamak suretiyle şiddetle yalanlamamız gerekiyor. Nedir bunlar? “Türk’ün aklı sonradan gelir” ve “Nisyan (unutmak) ile mâlüldur hafıza-i beşer”… Tam aksine. Türk milleti daima taptaze bir hafıza ve sarsılmaz bir irade-bilinçle olayları daima hatırlamalı, tarih şuuruna vakıf olarak; Asla tekerrüre (tekrara) fırsat vermeyecek bir uyanıklık, farkındalık ve kendini bilme / kendinde olma haleti içinde geleceğe güvenle yürümelidir.

(devamı var)

 

 

 

 

 

 

ZAFERLERİN ANLAMI, ÖNEMİ VE DEĞERİ (4)

 Mustafa Nevruz SINACI

İşte size daima bilinmesi ve asla akıldan çıkartılmaması gereken ilkeler ve gerçekler.  

UNUTMAYALIM!… ATATURK DIYORKI..

“Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet, adalet, kültür, medeniyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz. Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkün ve kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet verir; Bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas ve mutlak şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım.

Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk, temas, siyaset ve ticaret münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim.

Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım. Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkümdurlar. Cumhuriyet fikir (hürriyeti) serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.

Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.”

“Gerçi bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet, mütekabili maruf ve mukayyet medeni anlaşma ve şartlara riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca (ırkçı) bir milliyetçilik değildir. Bilelim ki milli benliğini kaybeden milletler başka milletlere yem olurlar. Milli mücadelelere amil şahsî hırs değil, milli ideal, ruh ve onurdur.”

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet ve kudret bulacaktır. Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. Zira, Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene” 

“Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Türk Milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir. Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya ve ilânihaye ezilmeye mahkümdurlar.

Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını bildirir. Bazıları çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır.

Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.  Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”

“İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?  Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar
üzerinde taşınmaya ve göklere yükselmeye layıksın.  Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız, hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili ve çok namuslu olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa…” 

“Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim. Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye, ilim ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, hak, adalet, ilim ve fikir hürriyetinin en kıymetli timsali, amili olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyet; Vicdanı hür, irfanı hür, yüksek şahsiyet ve haysiyet sahibi, onurlu ve erdemli nesilleri muciptir. Cumhuriyeti biz kurduk. Cumhuriyet fazilettir, erdemdir. O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz. Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.

Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak; Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet (ebediyen) yaşayacak ve baki kalacaktır. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz… Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Müspet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık dileğidir.

Mualimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve
fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır. Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını keşfetmemiştir. Bütün dünyada öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.

Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık olan da köylüdür. Onun için, TBMM’nin iktisadi siyaseti bu aslî gayeye erişmek maksadını güder. Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.”

GÖNÜLLÜLER, GÖNÜLLÜ KURULUŞLAR GÖREV BAŞINA .!..                                                                                    Yararlanılan Kaynaklar:

1. Atatürk Devrimi, Fethi KARADUMAN 

2. Tarih Bilinci, Mustafa KÖSE

3. Milli Tarih Şuuru, Mustafa Nevruz SINACI

4. A. Berham ŞAHBUDAK, Demokratik Kitle Örgütleri Birliği Genel Başkanı

5. Emekli Albay Muzaffer SEZER

Mustafa Kemal Atatürk

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir