Org. Başbuğ, o sert tonda konuşmak zorundaydı. Çünkü bir komutan olarak o davranış içinde olması gerekiyordu. Ordu, eleştiri boyutlarını kat kat aşan açık bir yıpratma faaliyetine muhatap olurken, gereğinde ölüme yollayacağı emrindekilere kumanda edebilmek için “Komutan” bu tavrı koymalıydı. Askeri ve askerliği çok iyi bildiğim için hiç yadırgamadım. Hatta açıkça ifade edeyim, beklediğimden yumuşak buldum aslında.
Komutanın eleştiriler ve iddialara yanıt olarak bir şey söylememesi de doğaldı.
“Konunun araştırılması için Kara Kuvvetleri Komutanı’na emir verdim. O da İkinci Ordu Komutanı’nı görevlendirdi” dedi. En üst düzeyde bir soruşturma sürerken açıklama yapması mümkün ve doğru olabilir miydi?.
Hedeflerine “Orduyu yıpratma”yı koyan birtakım demokrat arkadaşlarımız bu üslubu yeni bir saldırı konusu yaptılar. İçten olsalardı itiraz etmezdim..
Ama değiller..
Örnek..
Bu ülkenin en saygın, en güvenilir, en saygın ve en vatansever gazetecileri arasında bulunduğunu kimsenin tartışmayacağı Uğur Dündar’a Milli Eğitim Bakanı “Terörist.. Sahtekâr.. Yalancı” dedi.. Hem de adının önünde “Milli” ve de “Eğitim” yazan bir adam, bir saygın meslektaşımıza böyle saldırdı.. Çıt çıkmadı benim demokrat yazarlarımdan.. “Sen ne diyorsun yahu” diyen olmadı.
Ertesi gün Başbakan, bakanını koruma adına Dündar’a saldırdı bu defa..
“Senaryo haberlerini verdiler, bakanın açıklamasını vermediler” diye.. Oysa Dündar harika bir gazetecilik yapmış, Aktütün İlkokulu’nun görüntüleri ve çocuklarının konuşmalarıyla, öfkeden gözü dönmüş bakanın saldırılarını paralel anlatımla kelime kelime yayınlamıştı.
Başbakan “Bu yıl okul hiç açılmadı” diyen öğrencilere rağmen “Aktütün ilkokulu sadece iki gün için kapatılmıştı. Çünkü bir ihbar almıştık” dedi..
Benim demokrat yazarlarım bunun da üzerine gitmediler..
“Ne ihbarı” demediler..
İşte konunun en hassas noktası burası..
Aktütün, bir jandarma karakolu.. Burada şehit olanların birçoğu, eskiden uzatmalı onbaşı dediğimiz, jandarmada tezkere bırakan günümüz Uzman Çavuşları.. Jandarma kime bağlı?.. Hayır Genelkurmay’a değil.. İçişleri Bakanlığı’na.. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’a.. Savunduğu Milli Eğitim’in olduğu gibi.. Yani askere değil, sivillere..
Peki tüm bu olaylar boyunca, bugüne dek Aktütün’le İçişleri Bakanı’nın adının yan yana geldiğini duydunuz, gördünüz mü?.
Baskın olurken sorumlu bakan nerdeydi?. Baskından sonra ne dedi, ne yaptı bilen var mı?.. İçişleri Bakanı’nın adını kaçınız biliyor aranızda?.
Bu ülke anayasası gereğince, barış döneminde Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı görevini uhdesinde tutan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, baskını haber alır almaz yaptığı konuşmada “Sözde teröristler” demedi mi?.
“Sözde” bir terörist örgütü militanları bir jandarma karakolu bastı diye Hava Kuvvetleri Komutanı niye tatilini kessin, biri bana söyler mi?.
Bir jandarma karakoluna baskın yapılması, Hava Kuvvetleri Komutanı’nın görev başına koşması, karargâhında harekâtı yönetmesini gerektirir mi?. Böyle yaparsanız asıl, baş komutan tarafından “Sözde” diye adı konan örgüte çok fazla itibar etmiş olmaz mısınız?.
Ben bütün eleştirileri saygı ile karşılıyorum.. Yeter ki, içten gelsinler.. Yeter ki belli bir amaca yönelik, tek taraflı olmasınlar..
Eğer demokratsan, gerçek demokratsan, herkese, her kişi ve kuruma ayni gözlükle bakmalısın.
Olmak ya da Olmamak
Mehmet Bedri Gültekin
Plan şimdilik yürüyor
Aktütün Karakolu’na yapılan PKK baskınıyla ile neyin amaçlandığı, aradan geçen 15 günün ardından bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmış bulunuyor.
Yorumu sonraya bırakalım. Olgulara bakalım: Amerika Irak’ın Kuzeyi’nde bir “Kukla Devlet” kurdu ve Türkiye’nin bu “Kukla Devleti” tanımasını istedi.
Türkiye ise “Kukla Devleti” bugüne kadar tanımadı. Haklı olarak Amerika’nın Kukla Devlet ile ilgili hedefinin, bu oluşumu zamanla Türkiye’ye doğru genişletmek olduğunu düşündü.
Karakol baskınından sonra AKP Hükümeti, Irak Özel Temsilcisi Büyükelçi Murat Özçelik’i Bağdat’a gönderdi ve Mesut Barzani ile doğrudan görüştü.
Abdullah Gül ise yakında Irak’a gidecek ve Talabani ile görüşecek. Ondan sonra Erbil’e gideceği ve Barzani ile de buluşacağı söyleniyor.
Bu gelişme şu anlama gelmektedir: AKP Hükümeti Türkiye’nin “Kukla Devlet” ile ilgili çekincelerinden vazgeçmiştir. Amerika’nın bu konudaki dayatmasını kabul etmiştir.
HEDEF TSK
İkinci olgu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yürütülen akıl almaz karalama kampanyasıdır. “Taraf” gibi Amerika’nın “özel savaş” araçları,” Vakit” gibi dinci bağnazlığın sesleri, Fethullahçı basın yayın organları ile iktidar yandaşı medya koro halinde saldırıya geçtiler.
Amaç, halkın gözünde itibarı sıfırlanmış, eli kolu bağlanmış ve laik demokratik Cumhuriyet ile bağımsızlığı savunmak şeklindeki asli görevlerini yapamaz duruma düşürülmüş bir Ordu’dur.
Bu yöndeki fütursuzca tavırlar bilindiği üzere, en sonunda Genelkurmay Başkanı’nı; herkese “doğru yerde durma” çağrısını yaptığı açıklamasını yapmaya zorladı.
Ordu’ya yönelik bu karalama ve yıpratma kampanyasının bir benzerinin, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından sadece İstanbul’da, Mütareke Basını tarafından yapıldığını belirtelim.
ÜNİTER DEVLETE VEDA
Aktütün baskını ile hedeflenen üçüncü amaç ise şimdiden dillendirilmeye başlandı. PKK ile masaya oturmak ve kapsamlı bir af ile dağdakilere silahları bıraktırmak!
“Af” ve “dağdakilere silah bıraktırmak!” Kulağa hoş geliyor. Politikada önemli olan araçlar değil, araçların kim tarafından ve hangi amaçla kullanıldığı önemlidir.
Mesele, Kürt asıllı vatandaşlarımızın demokratik hakları ile ilgili sorunların çözümü meselesi değildir. Son otuz yılın gelişmeleri içinde bilindiği üzere bu konudaki sorunlar esas olarak çözülmüş bulunmaktadır.
Ama tıpkı Irak’ta olduğu gibi Türkiye’nin etnik temelde ayrıştırılması, üniter devlet yapılanmasından vazgeçilmesi ve PKK’nın bu yeni yapılanma içinde yasallık kazanması.
Şimdi hedef budur. Ve Amerika Türkiye’ye işte böyle bir “barışı” kabul ettirmeye çalışıyor. “Af” bunun için dillendiriliyor.
İktidarın bu adımı atmaya da teşne olduğunu belirtelim.
ÜÇ İSRAİL
Bahsettiğimiz bütün bu olgular ve işaretler, yıllar öncesinden hazırlanan Amerikan Planı’nın yürüdüğünü gösteriyor.
2000’e Doğru Dergisi’nin daha 1988 yılında “ABD’nin Üç İsrail Planı” adıyla açıkladığı bu Amerikan Planı’nın; 1991 yılındaki Körfez Savaşı’ndan sonra adım adım hayata geçirilmesinde önemli yol alındı.
Bu “Plan” özetle şöyledir.
Birinci “İsrail”, bildiğimiz İsrail. Bu Devlet, Amerika’nın bölge hakimiyeti açısından vazgeçilmez. Bütün bir İslam Dünyası’nın ortasında ve bu Dünyanın düşmanlığını üstüne çekmiş olan İsrail, ancak Amerika ve Batı Dünyası’na dayanarak yaşayabilir.
Onun için varlığı ve devamı ancak emperyalist bir devlete kayıtsız şartsız boyun eğmeye bağlı olan “devlet”ler için, “İsrail” tanımlamasını kullanıyoruz.
Irak’ın Kuzeyinde kurulan “Kukla Devlet” ancak bir “İkinci İsrail” olabilir. Arap, Fars ve Türk Dünyasının düşmanlığı ile çevrili ve denize çıkışı olmayan bir “devlet”, başka türlü yaşayamaz.
Öte yandan Amerika “Birinci” ve “İkinci İsraillerin” var olabilmesi için Türkiye’de de; Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim ile köklü bir hesaplaşma sonucu kurulacak bir “mafya tarikat diktatörlüğü” gereklidir.
İşte bu da “Üçüncü İsrail”dir.
SÜRECE NOKTA KOYMAK
Yaşadığımız süreç “Üç İsrail”in gerçekleştirilme sürecidir. 1991 yılında “İkinci İsrail”in temeli atıldı.
1990’larda Türkiye’yi yöneten aymazların yardımıyla “Kukla Devlet” adım adım inşa edildi. Amerikan işgalinden sonra ise biti iyice kanlanan “İkinci İsrail”, Türkiye’ye kafa tutmaya başladı.
Artık sırtı sağlamdı.
AKP iktidarı döneminde ise “Üçüncü İsrail” hayata geçiriliyor. Ergenekon Operasyonu ile bu sürece, şimdi bir nokta konulmak isteniyor.
Sürece nokta konulmasının önündeki en büyük engel, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin direnişi ve geçen yıl Cumhuriyet mitingleri ile kendini ortaya koyan bağımsızlıkçı “dip dalgası” ve onun Siyasi Partisidir.
“Dip dalgası”nı aşmak için Ergenekon Operasyonu, TSK engelini aşmak için Ergenekon Operasyonu ile birlikte PKK sopası kullanılıyor.
Evet, Bu Plan AKP sayesinde bugüne kadar yürüdü.
Amerika’nın Dünya çapında kaybettiği koşullarda ise daha ne kadar yürüyecek, hep beraber göreceğiz.
Bir yanıt yazın