“Delphoi kentinde
‘Dünyanın Göbeği’diye bilinen bir yarık varmış, Bu yarıktan insanı sarhoş eden bir buhar çıkarmış. Tanrı Apollo’ya danışmaya gelen olursa yarığın üzerine üç ayaklı bir sehpa konur, buna da Pythia denen başrahibe otururmuş. Bu rahibenin, buharla kendinden geçtikten sonra söylediği sözleri etraftan saygıyla rahipler kaydeder, sonra manzum olarak bir biçime koyarak, tanrıya danışmaya gelmiş olanlara verirlermiş.”
Biz Türk şiirinin Pythia’sını kaybettik. 15 Ekim 2008 saat 16:50 de tedavi gördüğü Marmara Üniversitesi Hastanesinde 94 yaşında kaybettik.O ki gerçek bir Pythia idi. Çünkü onun şiirleri saygıyla dinlenip yorumlanmamışsa zor anlaşılırdı. Hatta kimi şiirlerini bir aralar saçmalık olarak yorumlayanlar da olmuştur. bu aslında çok doğal bir sonuçtur. Çünkü aceleci, kolaycı olan günümüz insanının harcayamayacağı bir çabaistiyordu şiirleri. Ama…Ona inanarak danışmaya gelenlere gerçeğin kendisini anlatıyordu şiirlerinde. Duymanın, düşünmenin ve bazen de her ikisini bir anda hissetmenin tadı vardı şiirlerinde. Şiirlerinde bize;
1- Çocuk duygularından, çevresinden başlayarak evrene ve Tanrı’ya kadar uzanan duyarlılığı,
2- Toplumsal boyutlu duygu ve düşünceleri,
3- Sömürgenliğe karşı yeryüzü yurttaşlığını,
4- Destansı söyleyişiyle ulusal duyarlılığı ve övüncü,
5- Çocuklar ile ilgili temaları,…………..
nalatırdı temiz, duru Türkçesiyle. Çünkü dilin bir ulusun kimliği olduğuna inanmaktaydı. Bu nedenledir ki bir dönem çıkardığı derginin adını da “Türkçe” olarak belirlemiştir.
Şiir yazmak gördüğümüz ve onu tanıyanların anlattığına göre bir oyun gibiymiş. Büyük bir ustalık ve belki de alışkanlıkla oynana muhteşem bir oyun. Çünkü her konuda ve istenildiği her zaman şiir yazabilme kabiliyetine sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Kelimelerle o kadar güzel oynamıştır ki. Adeta her şiirinde bir çeşit idmandır yaptığı. Kndisiyle yapılan bir söyleşide “Asıl şiirlerim yazılmayanlardır.” der. Acaba yazdı mı asıl yazmak istediklerini vermeden son nefesini?
Bir sanatçının ne kadar kalıcı olacağını eserlerinin estetiği ve içtenliğinin belirlediği gibi, onun toplumsal ve bireysel erdemleri; kısacası insana bakan, insana sesleen; onu yücelterek evrenselliğe yönelen yapıtlar ortaya koymasıyla orantılıdır. Dağlarca kalıcılığını ölmeden perçinlemiş, adeta anıtlaşmıştır. Ama Türkiye’de yaşamış her büyük şairin yaşadıklarını da yaşamıştır. Gözaltına alınmış, tutuklanmış, bileklerine kelepçe vurulmuş, şiirlerinin yayımlandığı dergiler toplatılmış,…….. Tüm bunlara rağmen yaşarken anıtlaşmayı bildi. O yazınsal bir doruktu çünkü. Bu nedenledir ki onu çocuklarımıza öğretmemiz gerekir, hem de çok doğal bir şekilde.
Bu Ağrı Dağı, bu Çukurova, bu Toros Dağları, bu Erciyes Dağı, bu Kızılırmak, bu İstanbul Boğazı, bu Kaçkar Dağları,…..
Bu da Fazıl Hüsnü Dağlarca…
Nur içinde yat büyük usta.
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com