Sedat Ergin
Sedat Ergin yazıyor…
Almanya’daki Deniz Feneri e.V. davasının başlayıp gazete manşetlerine girmesiyle birlikte özellikle hükümet çevreleri tarafından ortaya atılan bir komplo teorisi var. Bu teoriye göre, Doğan Grubu, Deniz Feneri e.V. dosyasını başından beri biliyordu, ancak bunu hükümete karşı bir pazarlık kartı olarak elinde tutuyordu.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir Fırat, 13 Eylül tarihinde Malatya’da düzenlediği basın toplantısında bu konuda şunları söylemişti:
“Bu yardımlaşma derneğiyle ilgili yargılama süreci ve buna ilişkin suç dosyası uzun süre saklanmıştır. Bu dava bugün açılmış değil, bugün sonuçlanmak üzere olan bir dava. Bu dosya o holdingin elinde, o gazetelerin elinde. Bu durum bir iki işlerinde şantaj vasıtası olarak kullanılmak isteniyor.”
Burada oldukça ağır bir itham var. Fırat’ın teorisine itibar ederseniz, benim de Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni olarak A) Deniz Feneri e.V. dosyasının üzerine yattığım, bu dosyayı sakladığım, daha sonra da B) grubun “bir iki işi için” hükümete karşı yaptığı şantaj çerçevesinde bu dosyayı haber yapmaya karar verdiğimi düşünmeniz gerekecektir.
Deniz Feneri e.V. haberlerinin gazetede yayımlanmasıyla ilgili kararları veren Milliyet Yazı İşleri’ndeki ekibin başında bulunan kişi olarak bu dayanaksız, çirkin suçlamaya gerekli yanıtı vermem gerekiyor.
İLK HABER 26 NİSAN 2007’DE VERİLMİŞ
Önce susup susmadığımız meselesiyle başlayalım. Frankfurt’taki Kanal 7 INT ve Deniz Feneri e.V.’nin merkezlerinin bulunduğu binaya polis baskını 25 Nisan 2007 tarihinde gerçekleştirildi. Mehmet Gürhan, Mehmet Taşkan ve Firdevsi Ermiş baskında gözaltına alındılar.
Milliyet, ertesi gün (26 Nisan) 23’üncü sayfasında “Kanal 7 INT’e Polis Baskını” başlığıyla bu baskını duyurmuş.
Bu haberin verildiği günlerin gündemine bakıldığında, Cumhuriyet mitingleri ile Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili ünlü 367 kararı öncesindeki tartışmaların ortalığı kapladığı hatırlanabilir. Bu haberin verilmesinden bir gün sonra da Genelkurmay’ın ünlü 27 Nisan bildirisi yayımlandı.
Bir sonraki haber 10 Mayıs 2007 tarihinde “Haydarpaşa’ya Demirleyen Kanal 7’ye Ait Geminin Sırrı Çözülemedi” başlığıyla birinci sayfada verilmiş. Birinci sayfada geminin fotoğrafı da basılmış. Geminin hemen gerisinde fonda Birinci Ordu Komutanlığı’nın bulunduğu Selimiye Kışlası gözüküyor.
Bu geminin öyküsü, bilindiği gibi Frankfurt’taki mahkemede sıkça karşımıza çıktı. Bu, Deniz Feneri e.V.’ye verilen bağış paralarıyla satın alınan, ancak Kanal 7’nin büyük ortağı Zekeriya Karaman’ın da Zaman gazetesine mülakatında itiraf ettiği gibi işletemedikleri ve satmak zorunda kaldıkları gemi.
İLK ZAHİD AKMAN HABERİ 18 HAZİRAN 2007 TARİHLİ
Bir gün sonra (11 Haziran) “Euro 7: Gemiyi Krediyle Aldık” açıklamasına yer verilmiş. Haberde, Almanya’daki Euro 7 şirketinin Atlas 1 gemisinin Vakıfbank Frankfurt şubesinden kredi kullanılarak alındığı belirtilmiş.
18 Haziran 2007 tarihinde Milliyet’in birinci sayfasında sol alt köşede “Milyonlarca Euro 5 Kurye ile Uçtu” başlıklı bir haber var. Spotta Alman makamlarının RTÜK Başkanı Zahid Akman hakkında bilgi istediği belirtiliyor. Habere içeride yaklaşık dörtte bir sayfa kadar yer ayrılmış. Bu haberde Alman polisinin 18 milyon Euro’nun peşine düştüğü anlatılıyor.
25 Eylül 2007 tarihinde ise “Deniz Feneri Yasak Deldi” başlığı karşımıza çıkıyor. Gazetenin 5’inci sayfasında yaklaşık çeyrek sayfa verilen haberde, polis baskını sonrasında Almanya’da fiilen faaliyette bulunamayan Deniz Feneri e.V’nin Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği’nin tanıtım reklamlarını kullandığı anlatılıyor. İmza Frankfurt büromuzdan İrfan Ergi’ye ait.
Görüleceği gibi, baskınlar ve tutuklamalar aşamasında bu konudaki haberlerin verilişinde önemli bir eksiklik söz konusu değil. Ancak 22 Temmuz’da yapılan seçimler, ardından girilen sancılı Cumhurbaşkanlığı seçim süreci dikkate alındığında, bu konudaki haberlerin gerilimli siyasi konjonktürün altında ezildiği gözleniyor.
DAVAYI İZLEMEK GAZETECİLİK HATASI MI?
Konunun Milliyet’te yeniden gündeme gelmesi yargılamanın başlamasıyla birlikte olmuş. İlk duruşma 1 Eylül 2008 tarihinde yapılmış, ertesi gün gazetenin birinci sayfasında sol alt köşede “Deniz Feneri’nde Usülsüzlük İtirafı” başlığıyla yer almış. Akman’ın kuryelik konusunun gündeme geldiği 2 Eylül tarihindeki ikinci duruşma 3 Eylül tarihli gazetenin birinci sayfasında “Deniz Feneri Sanığından Akman İfadesi” başlığıyla yer almış.
Frankfurt büromuz, iddianamenin Türkçe çevirisine 2 Eylül tarihinde ulaştı ve bu belgenin içeriğini sonraki günlerde ayrıntılı bir şekilde haberleştirdik. Bunlar arasında 5 Eylül tarihinde yayımlanan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızmasına yol açan ünlü “Deniz Feneri Davasında Alman Savcıdan Şok İddia: Hükümet Baskı Yaptı” manşetimiz de var.
1 Eylül tarihinde başlayan dava, 17 Eylül tarihinde sona erdi. Toplam 7 duruşma yapıldı ve son duruşmada bilindiği gibi her üç sanık için de mahkumiyet kararları açıklandı. Milliyet, davanın başlaması ile bitişi arasında geçen ve önemli bir bölümü Başbakan’ın bu konudaki ağır suçlamalarına sahne olan 18 gün içinde, iddianameyi ve duruşmaları tam 9 kez manşetine çıktı.
Peki ne yapmamız gerekiyordu? İddianameden haber yapmamalı mıydık? Duruşmaları izlememeli miydik? Ne zamandan beri bir yolsuzluk davasını izleyip bunu haber yapmak suç oluyor?
AKP MUTLAK MASUMİYETE SAHİP Mİ?
AKP’nin bazı sözcüleri, Deniz Feneri e.V. davasının içeriğini kamuoyundan gizlemek, dikkatleri dağıtmak, bir anlamda yolsuzluk davasına perdeleme yapmak amacıyla bu tür bir suçlama ve saldırı kampanyasına giriştiler.
Burada bir olasılık daha akla geliyor. Gerçeklerle yüzleşmekten, onları göğüslemekten kaçınmak amacıyla bir savunma mekanizması olarak bu tür yöntemlere başvurulabiliyor.
Burada ortaya atılan komplo teorileri, son günlerde AKP’yi destekleyen bazı kesimlerde yolsuzluk dosyalarının AKP’yi bitirmek için ortaya çıkartıldığı gibi bir noktaya kadar vardırıldı. Bu görüşe itibar ettiğiniz zaman, AKP ile ilgili her yolsuzluk iddiasını peşinen geçersiz kabul etmiş oluyorsunuz.
Örneğin belgesiyle bir yolsuzluk olayı önünüze geldiği zaman, bunu derin devletin komplosu olarak görmeniz gerekiyor. Tabii, yolsuzluk dosyasındaki çıplak gerçekler ile komplo olarak itibar edilen hayal arasında örtüşmesi mümkün olmayan bir çelişki var.
Bu bakışın çok temel bir sakatlığı daha var. Bu görüşe itibar edip “AKP yolsuzluk yapmaz” gibi bir kabulden yola çıkıp, bu partiye mutlak bir masumiyet atfedilmesi, gazeteciliğin olmazsa olmazlarından biri olan şüphecilikten, karşınızdaki duruma ihtiyat payıyla yaklaşma ilkesinden feragat edilmesine yol açıyor. Oysa yolsuzluk yapanlar arasında AKP’liler de var, CHP’liler de. Hiçbir parti bu sorundan bağışık değil.
AB YOLSUZLUKLA MÜCADELEDE TARAF
Bu anlayışın yaygınlaşması ve genel bir kabul görmesi toplum için çok tehlikeli bir yönelişi de beraberinde getirebilir. Toplumun yolsuzluk olaylarına komplo teorileriyle yaklaşma alışkanlığı kazanmasından en çok yararlanacaklar, herhalde her türlü yolsuzluğa bulaşmış sahtekârlar olacaktır.
Gazetecilerin 2008 yılında bir yolsuzluk davasıyla ilgili haberleri neden yayımladıkları konusunda açıklama yapmak durumunda kalmaları bile, AKP iktidarında basın özgürlüğünün ne kadar zemin kaybettiğinin en açık kanıtıdır.
Yolsuzluk davası bir AB ülkesinde görüldü. Bu davanın haberleri ise AB’ye tam üye adayı bir ülkede yapıldı ve sorun çıktı. AB’ye tam üyelik sürecindeki bir ülkede yolsuzlukla mücadelenin siyasal iktidar tarafından bu şekilde zorlaştırılmaya çalışılması düşündürücüdür.
Kasım ayında açıklanacak Türkiye ile ilgili ilerleme raporunda basın özgürlüğüne dönük bu tehditlerin ne ölçüde yer alacağı, AB Komisyonu’nun inandırıcılığı ve objektifliğinin sınanması açısından da bir mihenk taşı olacaktır.
AB, basın özgürlüğü ve yolsuzlukla mücadelede taraftır.