TÜRK TOPLULUKLARINDAN HABERLER

İÇİNDEKİLER:  

-MÜSLÜMANLAR VE YAHUDİLER HAKKINDA OLUMSUZ GÖRÜŞ BESLEYEN AVRUPALI SAYISI ARTIYOR
-ALMANYA’NIN MANNHEIM KENTİNDEKİ YANGIN… ÇOCUKLARINI PENCEREDEN ATARAK KURTARAN BABA SADIK TANER: ”BURALARDA ARTIK GÜVENDE DEĞİLİZ”
-ALMANYA İÇİŞLERİ BAKANI SCHAEUBLE: ”MÜSLÜMANLARI TARİHİ MİRASIMIZI BİRLİKTE ŞEKİLLENDİRMEYE DAVET EDİYORUZ”
-ALMANYA ÇALIŞMA VE SOSYAL İŞLER BAKANLIĞI YETKİLİSİ KOBERSKİ: “DAHA FAZLA MESLEK EĞİTİM VEREN TÜRK ŞİRKETLERİNE İHTİYACIMIZ VAR”
-AVRUPA’NIN NÜFUSU 1 YIL İÇİNDE 2,9 MİLYON ARTARAK 822 MİLYONA ULAŞTI. AVRUPA’DA EN HIZLI DOĞAL NÜFUS ARTIŞI TÜRKİYE’DE KAYDEDİLDİ
İTALYA’DA CAMİ TARTIŞMASI
GELECEĞİMİZ EĞİTİMLİ GENÇLERE BAĞLI
KOSOVA’DAN KAFKASYA’YA: DÜNYA NEREYE GİDİYOR?
‘BANA PAŞA DEMEYİN’ 

***

-MÜSLÜMANLAR VE YAHUDİLER HAKKINDA OLUMSUZ GÖRÜŞ BESLEYEN AVRUPALI SAYISI ARTIYOR 

(Saat 21.00’e kadar ambargolu)

WASHINGTON (A.A) – 17.09.2008 – Giderek artan sayıda Avrupalının, Müslümanlar ve Yahudiler hakkında olumsuz his beslediği bildirildi.

Pew Global Attitudes Project tarafından yapılan kamuoyu araştırmasına göre, Almanya ve İspanya’da halkın yarısı Müslümanlara olumsuz gözle bakıyor. Almanya’da bu oran 2004’te yüzde 46 iken bu yıl yüzde 50’ye yükseldi. İspanya’da ise 2005’te bu oran yüzde 37 iken, bu yıl yüzde 52’ye çıktı.

İngiltere’de Müslümanlara olumsuz bakış 2004’te yüzde 18 iken bu yıl yüzde 23’e çıktı. ABD ise 2004’te Müslümanlara olumsuz his besleyenlerin oranı yüzde 31 iken, bu sene yüzde 23’e düştü.

Araştırmada, Yahudi ve Müslüman karşıtı görüşlere sahip insanların, böyle düşünmeyenlere göre daha yaşlı ve eğitim seviyesinin düşük olduğu belirlendi.

Araştırmada, Yahudi karşıtı insanların aynı zamanda Müslüman karşıtı olduğu ve siyasi yelpazenin sağında bulundukları da görüldü.

Bunun yanı sıra bazı ülkelerde son 4 yılda Hristiyan karşıtı görüşlerin arttığı da belirlenirken, bu ülkelerden birinin de Türkiye olduğu kaydedildi. 

Fransa, Yahudiler hakkında en çok olumlu görüşün beslendiği (yüzde 79) ülke olurken, bu oran ABD’de yüzde 77, İngiltere ve Avustralya’da yüzde 73 çıktı.

Araştırma mart-nisan ayları arasında 24 ülkede yapıldı.

(REU-ATK-SRP)

***

-ALMANYA’NIN MANNHEIM KENTİNDEKİ YANGIN. ÇOCUKLARINI PENCEREDEN ATARAK KURTARAN BABA SADIK TANER: ”BURALARDA ARTIK GÜVENDE DEĞİLİZ”

MANNHEİM (A.A) – 17.09.2008 – Cüneyt Karadağ bildiriyor – Almanya’nın Mannheim kentinde Türklerin yoğun  yaşadığı Waldhof semtinde yangının çıktığı binada oturan Sadık Tanış, çocuklarının hayatını onları pencereden atarak kurtardı.

Baba Tanış yaptığı açıklamada, yangından sonra ailesinin psikolojisinin bozulduğunu belirterek, ”Çocuklarım bu evde nasıl yatacağız baba diyorlar. Burada artık güvende değiliz. Çocuklarımı bırakıp 1 saat bile bir yere gidemem. Buradan taşınmak istiyoruz” dedi.

Dün akşam çocukları ile iftar yaptıkları saatte yangının çıktığını ifade eden Tanış, ”İftar ediyorduk. Kızım Gülistan kardeşi Fırat bir koku geldiğini söylediler. Gülistan camdan aşağıya baktığında kapıdan alevlerin girip çıktığını  söyledi. Bende kapıya çıktım baktım hortum şeklinde duman yukarı çıkıyor. Hemen diğer başka pencereye giderek yardım diye bağırdım. Aklıma Ludwigshafen’deki olay geldi. Hemen ip aradım. Ama ip bulamayınca yatakları pencereden aşağıya attım. Sonra da çocuklarımı yatakların üzerine bıraktım” dedi.

Önce 8 yaşındaki küçük oğlu Fırat’ı aşağıya bıraktığını kaydeden Tanış, ”Oğlum bana o esnada `baba ilk önce beni mi öldürmek istiyorsun’ dedi. Bende ‘oğlum ölmeyeceksin ama bir yerin kırılabilir’ dedim. Sonra diğer çocuklarımı aşağıya bıraktım. Ben aşağıda itfaiyenin açtığı mindere atlayarak kurtuldum. Eşim ise itfaiye gelince merdivenle kurtarıldı” diye konuştu.

15 yıldır Almanya’da yaşadığını ifade eden Tanış çocukları Fırat (8), Orhan (25), Halim (18), Nurten (21), Gülistan’ın (16) geceyi 3 farklı hastanede geçirdiklerini belirtti.

Bugün çocuklarına kavuşan Sadık ve Maliye Tanış çifti biran önce bu evden taşınmak istediklerini kaydettiler.

Binanın bodrum katındaki çocuk arabalarının yanması ile çıkan yangında kısa sürede binayı saran dumandan etkilenen ev sakinlerinden bazılarının da pencereden aşağıya yatak atıp atladıkları öğrenildi.

Polis, araştırmaların sürdüğünü bildirdi.

(KAR-HA-GD-TEM)

***

-ALMANYA’DA İFTAR SOFRALARI… ALMANYA İÇİŞLERİ BAKANI SCHAEUBLE: ‘MÜSLÜMANLARI TARİHİ MİRASIMIZI BİRLİKTE ŞEKİLLENDİRMEYE DAVET EDİYORUZ’

BERLİN (A.A) – 17.09.2008 – Ramazan ayı münasebetiyle Almanya’nın çeşitli kentlerinde, kuruluşlar, sivil toplum örgütleri tarafından iftar yemekleri veriliyor.

Başkent Berlin’de de World Media Group tarafından Federal Meclis Alman-Türk Parlamento Dostluk Grubu Başkanı, Alman Hristiyan Demokrat Parti (CDU) milletvekili Thomas Kossendey’ın himayesinde dün akşam verilen iftar yemeğine katılan Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble yaptığı konuşmada, Almanya’nın Hristiyanlık ve Yahudilik mirasıyla şekillendiğini ifade ederek, ”Müslümanları tarihi mirasımızı birlikte şekillendirmeye davet ediyoruz” dedi.

Ülkede farklı kültür ve dinlerle oluşan çeşitliliğin bulunduğunu belirten Schaeuble, farklılıkların ve çeşitliliklerin zenginlik olarak algılanması gerektiğini vurgulayarak, ”Bunları istismar etmeye çalışanlara izin verilmemelidir. Hrıstiyan ve Müslümanlar ortak dini köklere sahipler ve aynı değerleri paylaşıyorlar. Diyalog içerisinde kalmaları geriyor” dedi.

Schaeuble, dinler arası diyaloğun da önemli olduğunu, demokarisilerde dinlerin önemli bir yer aldıklarını sözlerine ekledi.

Thomas Kossendey da, birçoğu 3. kuşak olamak üzere Almanya’da 2,7 milyon Türk’ün yaşadığını, bu insanların burada okula gittiğini, meslek sahibi olduğunu ve çalıştığını, birçoğunun Alman vatandaşlığına geçtiğini, ancak bir kısmının uyum yolunda istenilen veya istedikleri yerde olmadığını belirtti.

Bazı Alman ve Türkler arasında birbirlerine yakınlaşma korkuları ve karşılıklı ön yargılar bulunduğunu ifade eden Kossendey, Türklerin bir bölümünün kendilerini toplumun kenarında gördüğünü ve topluma hoş geldikleri hissi alamadığını, diğer taraftan da çok sayıda Alman’ın Türklere yabancı olarak yaklaştığını belirtti.

Almanya ile Türkiye arasında iyi ve güvenilir bir dostluğun bulunduğunu söyleyen Kossendey, ancak bunun maalesef iki ülke insanlarına henüz istenilen bir şekilde yansımadığını kaydetti.

İftar yemeğine, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Ahmet Acet, Birlik 90/Yeşiller partisi eş başkanı Renate Künast, ABD, Yunanistan, Azerbaycan, Endonezya ve Bulgaristan büyükelçilik temsilcileri de katıldı.

-MÜNİH ABD BAŞKONSOLOSU’NDAN İFTAR-

ABD’nin Münih Başkonsolosu Eric Nelson da Başkonsolosluk ikametgahında iftar yemeği verdi.

Türkiye’nin Münih Başkonsolosu Ali Fırat Köksal ile birlikte diğer yabancı konsolosluk ve dini kuruluş temsilcilerinin katıldığı iftar yemeğinde konuşan Nelson, farklı dine, kökene mensup insanların hoşgörü ve karşılıklı anlayış içinde ramazan ayında düzenlenen iftar sofrasında bir araya gelmiş olmasından büyük mutluluk duyduğunu belirterek, ABD’de de bayramların ailelerin ve dostların bir araya gelmesiyle kutlandığını, ülkedeki Müslüman Amerikalıların dostluk bağını ve diyaloğu sağlamlaştırdığını, İslam’a karşı savaşmadıklarını söyledi.

(ERB-OT-HA-ŞP)

***

-ALMANYA ÇALIŞMA VE SOSYAL İŞLER BAKANLIĞI YETKİLİSİ KOBERSKİ: “DAHA FAZLA MESLEK EĞİTİM VEREN TÜRK ŞİRKETLERİNE İHTİYACIMIZ VAR”

BERLİN (A.A) – 17.09.2008 – Almanya Çalışma ve Sosyal İşler Bakanlığı yetkilisi Wolfgang Koberski, daha fazla meslek eğitim veren Türk şirketlerine ihtiyaç duyduklarını söyledi.

Koberski, Almanya Türk Toplumu (TGD) tarafından başkent Berlin’de gençlerin meslek eğitimine kazandırılması için düzenlenen “Gelecek Sadece Bizimle” projesinin sona ermesi nedeniyle yapılan etkinlikteki konuşmasında, Almanya’da yaklaşık 70 bin Türk şirketi bulunduğunu belirterek, “Türk şirketlerinin yüzde 15’i gençlere meslek eğitim imkanı veriyor. Türkler bu sayıyla yabancı işverenler arasında ilk sıradalar. Ancak yine de daha fazla meslek eğitim veren Türk şirketlerine ihtiyacımız var” dedi.

Almanya’da diploma almadan okuldan ayrılan yabancı öğrencilerin oranının çok yüksek olduğuna dikkat çeken Koberski, bunun gençlerin geleceği için iyi olmadığını, toplumsal olarak da iyi sonuçlar doğuramayacağını ifade etti.

Koberski, eğitimde herkesin eşit şansa sahip olması gerektiğini belirterek, TGD’nin gençlere yönelik yerinde çalışmalar yaptığını kaydetti.

TGD Başkanı Kenan Kolat da Almanya’da yabancı gençlerin meslek eğitimi verecek şirket bulmakta zorluk çektiğini, bu tür projelerle onlara destek olduklarını belirtti.

Almanya’da herkesin yabancı gençlerin Almanca öğrenmesi gerektiğinden söz ettiğine işaret eden Kolat, “Evet, toplumda Almancayı bilmek çok önemli. Öğrenmeleri de gerekiyor. Ancak bu konuda dışlanmanın olduğunu kimse düşünmüyor ve konuşmuyor” dedi.

TGD olarak eğitim kampanyası başlattıklarını, Ulusal Uyum Planına da katkıda bulunduklarını belirten Kolat, “Biz bu toplumun parçasıyız ve kendimizi sorumlu tutuyoruz” diye konuştu.

Kolat, yabancıların siyasi, toplumsal, kültürel, eğitim ve iş hayatına katılımının desteklenmesi gerektiğini sözlerine ekledi.

Çeşitli skeç ve müzikal gösterilerin yapıldığı etkinliğe, dernek başkanları, çok sayıda şirket sahibi ve projelerde yer alan gençler katıldı.

(ERB-HA-SRP)

***

-AVRUPA’NIN NÜFUSU 1 YIL İÇİNDE 2,9 MİLYON ARTARAK 822 MİLYONA ULAŞTI AVRUPA’DA EN HIZLI DOĞAL NÜFUS ARTIŞI TÜRKİYE’DE KAYDEDİLDİ 

BRÜKSEL (A.A) – 17.09.2008 – AB’nin resmi istatistik kurumu Eurostat, Avrupa’nın nüfusunun 2006-2007 yılları arasında 2,9 milyon artışla 822 milyona ulaştığını bildirdi. Aynı dönemde 27 üyeli AB’nin nüfusu ise 2,4 milyon artarak 495,1 milyona çıktı.

Eurostat’ın verilerine göre, geçen yıl Avrupa’nın en kalabalık ülkesi 142,2 milyonla Rusya olurken 82,3 milyonla Almanya, 69,7 milyonla Türkiye, 63,4 milyonla Fransa, 60,8 milyonla İngiltere ve 59,1 milyonla İtalya ilk 5’te yer aldı.

Avrupa’da nüfusu 10 milyon barajını geçen diğer ülkeler 46,6 milyonla Ukrayna, 44,5 milyonla İspanya, 38,1 milyonla Polonya, 21,6 milyonla Romanya, 16,4 milyonla Hollanda, 11,2 milyonla Yunanistan, 10,6 milyonla Portekiz ve Belçika, 10,3 milyonla Çek Cumhuriyeti ve 10,1 milyonla Macaristan şeklinde sıralandı.

27’si AB üyesiyle aday ülkeler Türkiye, Hırvatistan ve Makedonya’yı, Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi ülkeleri İzlanda, Lichtenstein, Norveç ve İsviçre’yi, Batı Balkanlar ülkeleri Arnavutluk, Bosna Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Kosova’yı, Avrupa’nın küçük ülkeleri San Marino ve Andorra’yı ve Avrupa’nın doğu komşuları Ukrayna, Moldova, Belarus, Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı Avrupa ülkeleri olarak dikkate alan Eurostat, 5-10 milyon aralığındaki ülkeleri ise 9,7 milyonla Belarus, 9,1 milyonla İsveç, 8,5 milyonla Azerbaycan, 8,3 milyonla Avusturya, 7,7 milyonla Bulgaristan, 7,5 milyonla İsviçre, 7,4 milyonla Sırbistan, 5,5 milyonla Danimarka, 5,4 milyonla Slovakya ve 5,3 milyonla Finlandiya olarak belirledi.

Sıralamada Avrupa’nın en küçük ülkeleri 4,7 milyonla Norveç, 4,4 milyonla Hırvatistan ve Gürcistan, 4,3 milyonla İrlanda, 3,8 milyonla Bosna Hersek, 3,6 milyonla Moldova, 3,4 milyonla Litvanya, 3,2 milyonla Ermenistan ve Arnavutluk, 2,3 milyonla Letonya, 2,1 milyonla Kosova, 2 milyonla Makedonya ve Slovenya, 1,3 milyonla Estonya, 779 binle Kıbrıs Rum kesimi, 625 binle Karadağ, 476 binle Lüksemburg, 408 binle Malta, 308 binle İzlanda, 81 binle Andorra, 35 binle Lichtenstein ve 30 binle San Marino oldu.

Eurostat’ın KKTC’de yaşayan 260 bin kişiyi yok sayarak Avrupa nüfusuna dahil etmemesi dikkat çekti.

Eurostat’a göre Avrupa’da en hızlı doğal nüfus artışı binde 12,8’le Türkiye’de olurken, binde 12,4’le Kosova, binde 11,5’le Azerbaycan, binde 9,8’le İrlanda, binde 8,4’le İzlanda, binde 7,3’le Andorra, binde 5,9’la Arnavutluk, binde 4,6’yla Fransa, binde 4,1’le Ermenistan ve binde 4’le Kıbrıs Rum kesimi Türkiye’yi izledi.

Avrupa ülkelerinin yaklaşık yarısının doğal nüfus artışının ekside kalması dikkati çekerken, bu grupta ilk sıralar, binde 6,2’yle Ukrayna, binde 4,9’la Bulgaristan, binde 4,7’yle Sırbistan, binde 4,3’le Letonya, binde 3,9’la Litvanya, binde 3,5’le Macaristan, binde 3,3’le Rusya ve binde 3’le Belarus gibi eski Doğu Bloku ülkelerince paylaşıldı.

Doğal nüfus artışı yanında alınan göç de dikkate alındığında Avrupa’da en hızlı nüfus artışları binde 24,6’yla İrlanda, binde 23,3’le Andorra, binde 21,4’le İzlanda, binde 20,2’yle Kıbrıs Rum kesimi, binde 18’le İspanya ve binde 15,9’la Lüksemburg’da kaydedilirken Türkiye’nin göç istatistiklerine yer verilmedi.

(FYZ-ALŞ)

***

18.09.2008

İTALYA’DA CAMİ TARTIŞMASI

‘Vaazlar İtalyanca verilsin camiler minaresiz olsun’

İTALYA’DA koalisyon ortağı ırkçı Kuzey Ligi, meclise ülkede yeni camilerin inşaasını neredeyse imkansız hale getiren bir yasa tasarısı sundu. İçişleri Bakanlığı’nı elinde bulunduran partinin tasarısına göre camilerde minare bulunmasına izin verilmiyor. İmamlar vaazları İtalyanca verecek. Ezan için hoparlör kullanılamayacak. Kiliselerle arasında en az 1 kilometre olacak. Ve bir bölgeye cami inşaası için bölge çapında halk oylaması yapılacak. Yasa henüz çıkmadan Milano, Venedik, Bologna, Trento, Treviso’da cami projeleri yerel yönetimler tarafından askıya alındı. Kuzey Ligi lideri Roberto Calderoni, geçen yıl cami yapılması planlanan bir bölgede domuz dolaştırmıştı. 258 caminin bulunduğu İtalya’da, 1.2 milyon Müslüman var.

***

GELECEĞİMİZ EĞİTİMLİ GENÇLERE BAĞLI

Süleyman SELÇUK / BERLIN | 17.09.2008

Almanya’da bu yıl 43’üncüsü yapılan ‘Gençler Araştırıyor’ yarışmasında dereceye girenleri başbakanlıkta kabul eden Başbakan Angela Merkel ve Federal Bilim Bakanı Annette Schavan, yeni fikirler ve buluşlar üreten genç yetenekleri kutlayarak ülkenin şekillenmesinde rol üstlenmelerini istedi.
Merkel, Almanya’nın geleceğinin eğitimli gençlere bağlı olduğunu söyledi. Merkel, ‘Gençlerin iyi bir eğitim alması için başta aileler olmak üzere girişimcilere büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. Bu tür araştırmalar yapan genç yetenekleri destek olan eğitmenlere teşekkür ediyorum’ diyerek gençlerin iyi bir eğitim almalarını istedi. Bu yılki yarışmaya 10 bin genç katıldı. Dereceye giren 61 genç ödüllendirildi. Almanya’da orta dereceli ve yüksek okullarda 400 binin üzerinde üniversitelerde 35 bin civarında Türk veya Türk köenli öğrenci bulunuyor.

 

 

***

KOSOVA’DAN KAFKASYA’YA: DÜNYA NEREYE GİDİYOR?

Erhan TÜRBEDAR

17 Eylül 2008

Kafkasya’da yaşanan son gelişmeler, medya kaynaklarıyla son yıllarda sayıları oldukça artan düşünce kuruluşları için yeni fırsatlar ve imkânlar yarattı. Medya her zaman olduğu gibi olayların sansasyonel haber boyutuyla ilgilenirken, düşünce kuruluşları ise kendilerini gösterebilecekleri yeni bir alan bulmuştu. Değişik rapor ve analizler özellikle İnternet ortamına yaygınlaşmaya başladı. Rusya Federasyonu’nun Kafkasya’daki son hamlelerinin değerlendirildiği analizlerden bir kısmında, tek kutuplu dünyanın sonunun yaklaştığından, Soğuk Savaş’ın geri döndüğüne kadar değişik mesajlar verildi. Bu süreçte, sorunlu bölgeler açısından “Pandora’nın Kutusu”nun Kosova’da açıldığı sıklıkla telaffuz edildi. Özellikle Sırplar, “Kosova’nın bağımsızlığının emsal teşkil edeceği konusunda uyarıda bulunmuştuk” diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalıştılar.

 

Kosova’nın Özel Durumu
Tarih içinde bazı insan toplulukları, sömürgeleşme, bir imparatorluğa bağlanma, kraliyet evlilikleri veya diğer gerekçelerle ve gönüllü olmaksızın daha büyük bir devletin parçası hâline gelmiştir. Buna bağlı olarak da, devletlerin toprak bütünlüklerini koruma çabalarının paralelinde, bazı yerli ve azınlık halkların kendi özyönetim kurumlarını yeniden kazanma veya bir devletten ayrılma çabaları tarihte hep varolmuştur. Nitekim birçok devlet, başka bir devletten ayrılma yoluyla oluşturuldu. Örneğin, şimdiye kadar bağımsızlığı sadece 47 ülke tarafından tanınmış olsa da, 2008 yılında dünya Sırbistan’dan ayrıldığını açıklayan Kosova’nın bağımsızlığını konuştu.

Bir ülkenin bölünmesini engelleyen, fakat aynı zamanda bir arada yaşayan değişik toplulukların kendi özyönetim kurumlarını muhafaza etmesine imkân tanıyan devlet modellerden biri de federasyondur. Ne var ki federasyon, Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti örneklerinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Vaşington ve Brüksel’den gelen yeşil ışıkla 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan eden Kosova da, adı geçen federal Yugoslavya’nın bir parçasıydı. Dolayısıyla Kosova sorunu, 1990’ların başlarında dağılan ve artık varolmayan bir devletin kalıntısı niteliğindeydi. Kosova’yı diğer sorunlu bölgelerden ayıran birçok unsuru daha saymak mümkündür. Buna rağmen, mevcut uluslararası hukuk ilkelerine göre, Kosova’nın kendi kaderini belirleme hakkı bulunmuyordu. Bu çerçeveden düşünüldüğünde, Kosova’nın bağımsızlık ilanının yıllar boyu inşa edilen uluslararası düzenin hukuk kurallarında büyük bir istisnayı teşkil ettiği ortadadır.

Batılı ülkeler, baştan beri Kosova’nın “özel bir durum” olduğunu söyledi ve bu çerçevede Kosova’nın diğer sorunlu bölgelere emsal olamayacağını savundu. Kosova’nın özel bir durum olduğuna katılmak mümkündür. Hatta Kosova’nın kendisinden çok, Sırbistan özel bir durumdu. Çünkü, Sırbistan’ın eski lideri Slobodan Miloşeviç 1990’lı yıllarda izlediği politikalarla dünyaya kendini “Balkan Kasabı” olarak tanıttı, ülkesinin ise dünya kamuoyunda “saldırgan” olarak algılanmasına yol açtı. Diğer taraftan, genel olarak Sırbistan Batılı dostlarını kaybetmek için de “çok çalıştı”. Bütün bunların sonucu olarak ise, bağımsız olmayı talep eden Kosovalılar bu yönde Batılı ülkelerin desteğini almayı başardı.

Kosova örneği, uluslararası hukukun diğer hukuk dallarından daha esnek yorumlara müsait olduğunu, örneğin ceza hukuku kadar katı yorumlanmadığını gösterdi. Diğer taraftan, Kosova, uluslararası ilişkilerde 2+2’nin dörde eşit olmadığını da hatırlattı. Bir insan topluluğunun, dünya ülkelerinden destek alabildiği ölçüde bağımsızlığını sağlayabileceğini ortaya koydu. Bu yüzden, Kosova dünyadaki bazı sorunlu bölgelere “esin ve cesaret” kaynağı olabilmiş ise de, Kosova’nın bağımsızlığının dünyayı yeni bir parçalanma dalgasına götürmesi beklenemez.

Buradaki sorun, dünyanın diğer bazı sorunlu bölgelerinin de “özel bir durum” olmaya çalışıyor olmalarıdır. Örneğin, Gürcistan’ın sorunlu bölgelerinden Güney Osetya’ya ve Abhazya’ya sorulacak olursa, muhtemelen Kosova’ya kıyasla daha çok bağımsız devlet olma gerekçelerinin bulunduğunu söylerler. Peki, sorunlu bölgelere “özel bir durum” etiketini dağıtma hakkı kimindir? Bu hak Batılı ülkelere mahsus mudur? İşte, 26 Ağustos 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanımakla, Rusya Federasyonu bazı “hakları” tekelinde bulunduran Batıya isyan etti. Bir başka ifadeyle, Moskova, Soğuk Savaş sonrası dönemde Batılı ülkelerin istekleri doğrultusunda çalışan bir uluslararası sistemin inşa ediliyor olmasına daha sert bir şekilde itiraz etti. Ancak bu, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyan Rusya Federasyonu’nun da, insanlığın yıllarca geliştirdiği bazı temel ilkeleri çiğnediği gerçeğini değiştirmedi. Bundan sonra da kendini güçlü hisseden ülkeler uluslararası hukuku, ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa, öyle yorumlayacaklardır. O nedenle, Kosova’nın diğer sorunlu bölgelerle karşılaştırılmasının, benzerlik ve farklılıklarının ortaya koyulmaya çalışılmasının, zaman kaybından başka bir şey olmadığı söylenebilir.

Bu arada, ne Kosova ne de Güney Osetya ile Abhazya gibi bölgeler, dünyayı daha çok parçalanmaya götürme potansiyeli taşımaz. Ulus-devletlerin rollerini giderek azaltan, merkeziyetçi devletin rollerini giderek yerel birimlere aktaran ve bu çerçevede bireysel-kültürel ve ulus-altı kimliklere ortaya çıkma ve yaşam alanı bulma olanağı tanıyan küreselleşme süreci asıl dünya haritasını etkileme potansiyelini taşıyor. Küreselleşme sürecinin ivme kazanmasına yol açan Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, yerküresinde 116 çatışmanın yaşanmış olması düşündürücü olsa gerek.

“Soğuk Savaş” Alametleriyle Aceleci Davranıldı
 

 

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin Gürcistan’la  ilgili almış olduğu  son 15 Nisan 2008 tarihli ve 1808 sayılı kararında bu ülkenin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duyulacağı belirtiliyor. Böyle bir kararı onaylamış olmasından neredeyse sadece dört ay sonra, Rusya Federasyonu Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanımakla, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü zedeledi.

Genel olarak Rusya Federasyonu’nun Gürcistan’a tanklarını göndermesi ve Güney Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlığını tanıması kapsamında yapılan değerlendirilmelerde “Soğuk Savaş” tabiri yaygın bir şekilde kullanıldı. “Soğuk Savaş geri geldi mi? Yeni bir Soğuk Savaş başladı mı?” soruları soruldu. Kimilerine göre bu soruların cevabı “evet” veya “evet”e yakındı. Oysa, devletler arası her gerginliğin Soğuk Savaş olarak nitelenmemesi gerekirdi.

Her şeyden önce, Gürcistan Cumhurbaşkanı Mikheil Saakaşvili’nin 8 Ağustos 2008’de Güney Osetya’ya başlattığı saldırıya karşı Moskova’nın harekete geçmesinin zorunlu olduğu söylenebilir. Moskova Saakaşvili’nin güçlerini durdurmasaydı, Osetler içinden ölenlerin ve Gürcistan’ı terk edenlerin sayısı çok daha yüksek olacaktı, belki de sokaklarda yatan cesetleri kaldırabilecek kimse kalmayacaktı. Gerçi, geçmişte insancıl amaçlı müdahalelere dünyanın değişik yerlerinde çok daha fazla ihtiyaç duyulmuş, ancak Rusya Federasyonu isteksiz davranmıştır. Ancak, burada durumu farklı kılan unsur, Güney Osetya’daki insanların çoğunun Rus pasaportunu da taşıyor olmasıdır. Nasıl Türkiye, Kıbrıs’taki Türkleri Rum kıyımından kurtarmak için adaya müdahale etiyse, Moskova’nın da kendi vatandaşlarını korumak için en azından ahlaki bir zorunluluğu vardı. Kendi vatandaşlarını korumaya gitmeseydi, Rusya Federasyonu’nun yakın çevresindeki ülkelere karşı itibarı zedelenirdi. Ancak bu, madalyonun sadece bir yüzüdür.

Olayın problemli tarafı, BM Güvenlik Konseyi çerçevesinde çözüme çok fazla şans tanımadan, Moskova’nın Soğuk Savaş dönemini andırırcasına Gürcistan’a karşı aşırı bir askerî güç kullanmış olmasıdır. Sanki hedefte sadece Gürcistan değil, Batılı ülkeler de vardı. Bir başka ifadeyle, Rusya Federasyonu’nun kapısının hemen önünde “Amerikan bayrağını sallayan” Saakaşvili’ye Moskova’nın attığı sert tokadın bir ucu, Batı’ya da vurdu.

Batılı ülkelerin, özellikle ABD’nin hangi eylemleri Rusya Federasyonu’nu rahatsız ediyor? Her şeyden önce, 2003’te Irak’a müdahale etmekle, Batılı ülkelerin tepesinde yer alan ABD, Rusya Federasyonu’nun onaylamadığı bir şekilde Orta Doğu’yu değiştirmeye kalkıştı. Diğer taraftan, NATO günümüzde Rusya Federasyonu’nun sınırlarına dayanmış vaziyettedir ve bu ittifakın daha fazla doğuya doğru genişlemesi tartışılıyor. Oysa Moskova NATO’yu, Rusya Federasyonu’nun güvenliğini tehdit etmeye devam eden bir askerî güç olarak algılıyor. Gerçekten de, Gürcistan ve Ukrayna gibi ülkelerin NATO’ya alınması, sadece Batı demokrasisi ve istikrarının doğuya doğru yayılmasını sağlamaz; Rusya Federasyonu’nun iyice kuşatılmasına da yol açar, ayrıca enerji yollarına daha fazla denetim imkânı doğurur. Bilindiği gibi, Vaşington’un Polonya ile Çek Cumhuriyeti’nde füze kalkanları yerleştirme girişimleri de Moskova’yı kızdırıyor. Söz konusu füzelerin Kuzey Kore veya El-Kaide ve Taliban’dan çok, Rusya Federasyonu’nu hedeflediğini görmemek mümkün değil.

Bunların yanında, Rusya Federasyonu, Kosova için geçerli olan kuralların, Güney Osetya ve Abhazya için de geçerli olmamasına itiraz ediyor. Moskova, Batının yapabildiği bir şeyi, Rusya Federasyonu’nun da yapma hakkına sahip olmasını istiyor. Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev’in 6 Eylül 2008’de belirttiği gibi, Rusya Federasyonu dikkatte alınması gereken bir devlet olduğuna inanıyor. Özetle, Ruslar genel olarak Batı egemen dünyaya da itiraz ediyor.

Vladimir Putin ve ardılı Dimitriy Medvedev’in temel dış politika hedeflerinden birinin, uluslararası sistemde bir güç olarak Rusya Federasyonu’nun konumunu iyileştirmek olduğu açıktır. Gürcistan’daki hamleleriyle Osetleri korumuş olmasıyla birlikte, Moskova’nın bölgedeki etki alanını da korumayı hedeflemiş olduğu ortadadır. Ayrıca, Gürcistan’a askerlerini göndermekle, son yıllarda genel olarak enerjiyi dış politikasında bir silah olarak kullanan Rusya Federasyonu, çok hassas olduğu konularda gerekirse tanklarını da kullanmaya hazır olduğunu gösterdi. Gürcistan’daki maceraları yüzünden Batılı ülkelerin Rusya’ya karşı yönelttiği eleştiriler ise, Moskova’yı sadece duruşunda daha kararlı olmaya sevk etti. Ancak bu yöndeki gelişmelerin, Soğuk Savaş’ın geri geldiği veya dünyanın yeni bir Soğuk Savaş’a doğru gittiği anlamına gelmediği söylenebilir.

Soğuk Savaş teriminin kullanımı, içinde “güçlü bir Rusya” efsanesini barındırdığı için, en çok Moskova’nın işine geliyor. Oysa, bugünkü Rusya, 20. yüzyılın ikinci yarısının Rusya’sından çok daha farklıdır. Her şeyden önce, iki çatışan ideoloji artık var olmadığı için, Moskova bazı ülkeleri mıknatıs olarak çekememektedir. Bir başka ifadeyle, Soğuk Savaş döneminde Rusya Federasyonu sosyalizm sayesinde diğer ülkeleri etrafında toplayabiliyordu. Ancak, bugün Kremlin Rus milliyetçileri tarafından yönetiliyor. “Bir milliyetçilik, başka bir milliyetçiliği uyandırır” deyimi doğruysa, Rusya’da milliyetçilik artıkça, yakın çevresindeki ülkelerde de milliyetçilik dozu tırmanışa geçecek, bu ise bölgedeki Rus etkinliğini daha fazla sarsabilecektir. Sovyetler Birliği’nin eski “savunma kalkanı” durumunda olan Doğu Avrupa’dan, günümüzde en katı Rus karşıtı söylemlerin geldiği de unutulmamalıdır.

Soğuk Savaş döneminin diğer aktörü ABD tarafından değerlendirildiğinde, 20. yüzyılın ikinci yarısında ABD politika yapıcılarını endişelendiren iki temel husus, dönemin süper güçleri arasında nükleer savaşın yaşanabilmesi ve olasılığı düşük olsa bile, Sovyetlerin Batı Avrupa ülkelerini işgal etmeye kalkışabilmesiydi. Böyle bir tehlike olasılığı yüzden, ABD dış politika enerjisinin tamamını ve ekonomik kaynaklarının büyük bir kısmını Amerikan-Sovyet ilişkilerine yoğunlaştırmıştı. Soğuk Savaş döneminde Batı dünyasında “nükleer tehdit” olarak algılanan Sovyetler Birliği bir devlet olarak caydırılabiliyor ve çevrelenebiliyordu. Oysa günümüzde toplu ölümü hedef edinmiş caydırılamayan ve çevrelenemeyen devlet dışı aktörler ortaya çıkmıştır. İşte, Vaşington açısından bakıldığında, dünyadaki birincil tehdit, kitle imha silahları edinmek isteyen terörizmdir.

Gerçi, terörizm tehdidini arkasına almakla, ABD yerkürenin istediği yerlerine girmeyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu çerçevede, sıklıkla, ABD’nin 21. yüzyılda dünyayı tamamen kendi çıkarları ve değerleri etrafında şekillendirmeye çalıştığı yönünde eleştiriler yapılıyor. Nitekim, bazı önde gelen Avrupa Birliği ülkeleri bile, ABD’nin bazı dış politika hamlelerini kontrol edememekten endişeleniyor. Dahası, Soğuk Savaş döneminde Batı Avrupa’nın varlığını korumak için mücadele eden ABD, 2003 yılında Irak’a yapılan müdahale örneğinde olduğu gibi, zaman zaman izlediği politikalarla Batı Avrupa’yı kendi içinde parçalanmaya doğru sevk edebiliyor. Bütün bunlar dikkate alındığında, Rusya Federasyonu’nun bazı hamlelerinin Avrupa Birliği ülkelerini Vaşington’a daha fazla yaklaşmalarını sağladığı söylenebilir. Örneğin, Kosova’nın bağımsızlığına sert bir üslupla karşı çıkan Moskova, Brüksel’i Vaşington’a iyice yaklaştırmıştır. Benzer şekilde, Moskova’nın Kafkasya’daki en son adımları, Batılı ülkeleri daha çok birliğe sevk edebilir. Çünkü Gürcistan’da yaşananlar, Rusya ile Batılı ülkeler arasına belli bir soğuklun girmesine yol açmıştır. Bu yöndeki gelişmeler ise, NATO’nun varlığı ve belki de yeniden yapılandırılması için ilave bir sebep oluşturabilecektir. Neticede, Gürcistan’daki olaylarla tek kutuplu dünya düzeni yıkılmadı, tam tersine, belki de tek kutupluluk güç kazandı.

 

Sonuç Yerine
 

 

Karl Polanyi 1944 yılında yayımlanan “Büyük Dönüşüm, Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri” isimli kitabında, toplumun dokusunu tehdit eden çözülmeye karşı olağan üstü toplumsal savunma tepkilerinin verileceğini ve bu tepkilerin her zaman çok da akıllı ve sevimli bir biçimde olmayacağını belirtmiştir. Polanyi’nin bir topluma ilişkin sözlerini Rusya Federasyonu’na uyarlayacak olursak, belki Moskova’nın Kafkasya’daki son macerası daha iyi anlaşılacaktır. Gerçekten de, günümüzde ABD hegemonyasını dünyanın her köşesine yaymaya çalışılırken, Rusya Federasyonu’nun kendi toprak bütünlüğünü ve yakın çevresindeki etkinliğini korumakla meşgul olduğu ortadadır. Başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin bazı hamlelerini tehdit olarak algılayan Moskova, “çok da akıllı ve sevimli olmayan” adımlar atmaya başladı. Örneğin, Moskova’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını desteklemiş olması, Rusya Federasyonu’nun çıkarlarıyla pek bağdaşmadığı söylenebilir. Çünkü, Güney Osetya ve Abhazya’sı olmayan bir Gürcistan, tam anlamıyla Batının bir kalesine dönüşebilecektir. İşte böyle bir ortamda Rusya Federasyonu, görmek istemediği ABD ve diğer NATO askerlerini kendi arka bahçesinde bulabilecektir.

 

 ***

 

18.09.2008

‘BANA PAŞA DEMEYİN’

Org. Başbuğ, “İletişim Toplantıları”nın ikinci gününde televizyon temsilcilerine çarpıcı açıklamalarda bulundu..

ANKARA – Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ düzenlediği İletişim Toplantıları’nın ikinci gününde komutanlık tarzına ilişkin ipuçları vermeye devam etti. Genelkurmay Karargahı’nda düzenlediği iletişim toplantılarının ilk gününde gazetelerin temsilcileriyle buluşan Orgeneral Başbuğ, ikinci gününde de televizyon ve haber ajanslarının temsilcileriyle bir araya geldi. Başbuğ 3 saat 40 dakika süren toplantıda, ayaküstü açıklamalar yapmayacağını ve siyaseti Milli Güvenlik Kurulu’nda konuşacağını söyledi. Org. Başbuğ, 28 Şubat süreci ile 27 Nisan açıklamasının ’bağlantısı olmadığını’ söyledi. Org.

Başbuğ dinin ekonomik çıkarlar için kullanılmasını da eleştirdi. Orgeneral Başbuğ, toplantıda bir konuya da açıklık getirdi: Benden ’İlker Paşa’ ya da ’Komutan’ diye bahsedilmesinden rahatsız oluyorum. ’Org. Başbuğ’ veya sadece ’Başbuğ’ deyin.
Teröre iyi-kötü kolesterol örneği

Terörle mücadelede gelinen aşamaya değinen Org. Başbuğ, en fazla terör olayının 6 bin 446 ile 1994 yılında meydana geldiğini, 1993’teki olay sayısının 5 bin 717, bu yıl meydana gelen olay sayısının ise bin 170 olduğunu söyledi. Başbuğ, bu konuda da “olayların kaçının güvenlik güçlerinin inisiyatifinde kaçının terör örgütünün inisiyatifinde” yaşandığının önemli olduğunu ifade ederek, bunun da “iyi ve kötü kolesterole benzetilebileceğini” söyledi. Org. Başbuğ, terörle mücadelede ikinci ölçütün ’hayatını kaybeden sivil vatandaş sayısı’ olduğunu, zirvenin bin 479 kişi ile 1993’te yaşandığını bildirdi. Başbuğ, “Bugün bu rakam 42. Sivil vatandaşın hayatını kaybetmesi demek, siz yeterince güvenliği sağlayamıyorsunuz demektir” dedi.

‘Ders kitabındaki Öcalan’

Orgeneral Başbuğ, terörle ilgili olayları kamuoyuna aktarırken daha duyarlı olunmasını isteyerek, terör örgütlerinin medyada yer almak için eylem yaptığını, bunu bir propaganda unsuru olarak kullandığını dile getirdi. Terör örgütü elebaşının adı dururken kısaltılmış ad kullanılmasına da anlam veremediğini anlatan Başbuğ, “Bizim TSK olarak birinci önceliğimiz terörle mücadele” dedi. Başbuğ, ilköğretimde okutulan bir kitapta terör örgütü elebaşının adının ve resminin yer aldığının anımsatılması üzerine de, “Aklımızda, dikkatimizi çekti, gerekli girişimleri yapacağız” dedi.

‘Din araç olarak kullanılıyor’

Başbuğ, dünkü toplantıda, “sosyal devletin zayıflaması halinde bunun yerinin cemaatlerce doldurulacağı” yönündeki açıklaması hatırlatılıp, bu konunun biraz daha açılması istenince, bütün ilişkilerin altında ekonomik çıkarların yattığını belirtti. Başbuğ, şöyle dedi: “Maalesef yüzyıllardır din kullanılıyor. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Din araç olarak kullanılıyor. Ondan sonra ekonomik olarak güçleniyorlar. Diyoruz ki, ’Bu sosyal gerçeği iyi görelim de tedbir alması gereken kurumlar tedbirleri doğru zamanda alsınlar’. Diyelim ki bir gencimiz Eskişehir’de oturuyor, Kocaeli’de üniversite kazanıyor. Zaten zar zor okuyacak, yurt bulacak. Devletin öğrenciye yurt sağlaması sosyal bir görev ama sağlayamıyor. Orada işte, geliyor A, B, C, D kendilerine göre yetiştiriyorlar.”

“28 Şubat ayrı, 27 Nisan ayrı

Başbuğ, 28 Şubat süreci ve TSK’nın 27 Nisan’daki bildirisine ilişkin olarak da şunları söyledi: “Evet, TSK 28 Şubat düşüncesinin, nedenlerinin arkasındadır. Çünkü o düşünce ve nedenler bugün değişmedi, yarın da değişmeyecek. O temeldir, zaten MGK bildirisinde hangi tedbirlerin neler olması, o sürece neden olan şeyler bellidir. Biz 28 Şubat düşüncesinin, çizgisinin arkasındayız. Ben, 28 Şubat ile 27 Nisan bildirisi arasında bağlantı kurulmasını yadırgıyorum. Çünkü 27 Nisan bildirisiyle söylediğimiz çok açık: ’Genelkurmay Başkanı, TSK’nın komutanıdır.’ Anayasamızda TSK’nın komutanının Genelkurmay Başkanı olduğu açıkça ifade ediliyor. Bu şudur, Genelkurmay Başkanı’nın her tür adımı TSK adınadır. Bazen kişisel değerlendiriliyor. Çok yanlış. Genelkurmay Başkanı eşittir TSK. Bu bildiri de TSK adına yayımlanmıştır.”

‘Siyaseti sadece MGK’da konuşacağım’

Orgeneral Başbuğ, asker-sivil ilişkisini değerlendirirken, siyasetin sorunlara çözüm bulma tarzları olarak anlatılabilecek geniş bir kavram olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan’la veya MGK’da konuştukları konuların siyasetle bağlantılı olduğunu ifade eden Orgeneral Başbuğ, şunları kaydetti:

“Magazin mi konuşuyoruz, gayet tabii siyasetle bağlantılı, dış uluslararası siyasetle bağlantılı. Türkiye’nin iç siyasetiyle de bağlantılı konular. Biz, terörle mücadeleyi konuşuyoruz. Konuştuğunuz konuları elbette bir siyasetin içine oturtacaksınız. Laiklik karşıtı konuları konuşuyorsunuz. Bu çok yanlış, ’Silahlı Kuvvetler, siyasetin dışında’. Silahlı Kuvvetlerin de ilgi alanları içinde var. Bu nasıl olur? Platformlar doğru tayin edilmeli. En üst platform, bu konuların konuşulacağı yer MGK. Görev ve ilgi alanımızla ilgili konular. Bunların bir kısmı da siyasi. Terörle mücadele konuşulacak, güvenlik konuları…

Örneğin, Gürcistan ile ilgili konularda nasıl bir ilişki kuracağız, Rusya ile ilgili konular… Tabii ki bunun güvenlik boyutu var. Benim karar alıcılara bu konularda tavsiyede bulunmam lazım, benim görevim bu.

Nerede yapacağım? MGK’da yapacağım. Bazı güvenlik konularında, TSK’yı ilgilendiren siyaset bağlamındaki konularda gerektiği zaman kamuoyuna da bilgi vermem lazım. Ama gerekiyorsa. Buna sizin ’siyaset yapıyor’demeniz fevkalade yanlış. Kim yapacak? Bunu herkes yapamaz. Silahlı Kuvvetler adına, Genelkurmay Başkanı yapar. MGK üyesi olarak, bu faaliyeti yapar.”

 

İÇİNDEKİLER:   - russia kremlin moskova rusya

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir