Okulların açıldığı dönem her evde büyük bir heyecen sözkonusudur. Ve büyük bir sevinç. Bu öyle bir sevinçtir ki bir önceki yıllardaki tüm kırıklıklar, kırgınlıkları dahi unutturur.
Yeni bir eğitim-öğretim yılı başlıyor. Türkiye’nin eğitim çarkı yine ilk ve ortaöğretimde 15 milyon dolayında öğrenci ve 600 bin öğretmen ile kaldığı yerden yeniden başlayacak. Ancak eğitim sistemimize ait sayısal verilere baktığımızda ülkemizdeki her türlü gericiliğin, yoksulluğun, ayrımcılığın, adaletsizliğin çürüme ve yozlaşmanın ilk elden bir örneği haline geldiğini görmekteyiz. Ve neyazık ki bunun anlaşılabilmesi için öyle uzun boylu araştırmalara da gerek yoktur. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin merkezleri ya da ekonomik hali iyi semtlerde yer alan okullardan, kenar mahalle okullarından birine ya da ülkemizin birbirine göre daha batısı ve doğusu arasında yer alan noktada bir okula dışarıdan bakmak bile eğitimdeki her türden adaletsizliği, bilimsel nitelik ve olanaklardan yoksunluğu apaçık göstermektedir.
İlköğretimin Anayasa’da belirtilen zorunlu ve parasız bir hak olarak tanımlanması bile bunun madde koyucular tarafından özgür, demokratik ve bilimsel bir hak olarak işletilip sunulmasını yazıktır ki hiçbir zaman gerektirmemiştir. Okula gitmeyen, okuma yazma bilmeyen (yetişkin erkeklerde %11, kadınlarda %28) insanların geneline bakıldığında okula gitmeme nedeni olarak ekonomik nedenleri gösterdikleri bilinen bir gerçektir. Özellikle erkek çocukları okula göndermemenin en büyük nedeni ekonomik nedenlerdir. Kız çocukları için baktığımızda ise bu etken yine önde olmakla birlikte feudal yaklaşımların da rolünün büyük olduğu gözlemlenmektedir.
Anayasal bir hak olan eğitim yazıktır ki devlet eliyle siyasi çıkar haline dönüştürülme çabasına dönüştürülmektedir. Maddeyi devlet yazmış ancak uygulamayı halka bırakmıştır. Okul yapmayı katlanılmaz bir yük olarak görüp 1980’li yıllarda valilikler aracılığıyla “Kendi Okulunu Kendin Yap” kampanyalarıyla vatandaşı hayırsever olmaya davet etmiş, ancak yeterli sonuç alınamayınca kampanya “Kendi Okulunu Kendin Yap Okul Yaptırmıyorsan Derslik Yap” haline getirilmiştir. Okul için yeterli bütçe ayırmaya imtina eden devlet bugün okul idarecisinin ve öğretmeninin maaşları dışında neredeyse her konuda para toplayan bir tahsildar konumuna dönüştürülmüştür.
Sağlıklı bir eğitim için okullara öğretmen yanında temizlik görevlisi ve sekreterlik işleri için memur da gerekli olmasına rağmen milli eğitim kadrosuna sadece öğretmen alımı yaparak –ki öğretmen konusunda da 200 bin dolayında dışarıda bekleyen işsiz öğretmen bulunmasına rağmen ciddi bir açık da söz konusudur- okulların diğer işleri göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla da hizmetli alımı için yeterli parayı bulamayan okulların –çoğu da kenar mahalle okullarının- sınıfları çok pis, tuvaletleri ise kullanılamaz duruma gelmektedir. Geçenlerde Eğitim- Sen Eski Genel Başkanı Alaaddin Dinçer’in bir gazeteciyle yaptığı söyleşide İstanbul gibi bir megakent de ilköğretimde 117 öğrenciye bir tuvalet, ortaöğretimde 145 öğrenciye bir tuvalet düştüğünü dile getirmiştir. Bu ise tabloyu daha da vahim kılmaktadır. Yani çoğu öğrenci teneffüslerde tuvalet ihtiyacını karşılamayacak durumdadır. Bir de tuvaletlerin pis olması da göz önüne alınırsa vahamet tüm netliğiyle açığa daha çok çıkmaktadır.
Eğitim sistemi öğrenci ve öğretmenini gündelik koşuşturmaca ve çıkarlar içinde değirmen taşı gibi öğüten bir yapıya dönüştürülmüştür. Hedefini lise ya da üniversite sınavlarına göre kilitleyen öğrenciler ve öğrencinin bu talebine yetişmeye çalışan öğretmen, okumaya, araştırmaya, kendini geliştirmeye toplumsal sorumluluk ve rolünü sorgulamaya zaman ayıramamaktadır. Temel eğitim ve lise eğitiminin önemli ekseni, iyi bir liseye ya da üniversiteye girebilmek için dershanelere kaymıştır. Gelinen süreçte ticarethane mantığı çerçevesinde öğrencinin okul dışında ders alma talebine de yönelen okullar, daha ilkokul birinci sınıftan başlayarak hafta sonları kursları düzenleyip, hafta içi öğrencisini hafta sonu müşterisine dönüştürmüştür.
Eğitimde eşitsizliğin, adaletsizliğin bir göstergesi olan Doğu-Batı gerçeği her öğretim yılı başında kimi medya yayın organlarında ve özellikle devletin resmi medyasında, eşitsizliğin altta kalanı için “büyük fedakârlık”, “büyük özveri” masalı gibi yutturulmaya çalışılmaktadır; Kullanılmayan bir ahırı dersliğe dönüştürerek eğitimi sürdürmeye çalışan bir öğretmenin yaptıklarını, öğretmensiz köylerde Mehmetçiğin ders vermesini ya da Doğuda anaokuluna giden çocukların Batıdaki arkadaşlarının renkli beslenme çantaları içinde taşıdıkları kek, yumurta, süt gibi besin maddelerine karşılık, naylon bir poşette kuru sac ekmeği arasında yabani dağ otuyla besleniyor olmasını “büyük özveri” tarzında bir haber vurgusuyla veriyor olmaları gibi. Gerçek ise kesinlikle bu değildir.
Artan öğrenci, yetersiz kalan öğretmen, hizmetli ve okul sayısı, bölgeler arasında her bakımdan eşitsizlik, ezberci ders içeriği ve kendini yetiştirme olanaklarından yoksun bırakılmış öğretmen kadrosuyla ve çark dönmeye devam ettikçe de eğitim bir yandan ticarileşmeye sürdürecek, ticarileştikçe de toplumu insani boyutları bakımından çürütmeye devam edecektir. Tabii önü alınmazsa.
ARZU KÖK
kok.arzu@gmail.com
Bir yanıt yazın