Türklerde uzun zamanlar uygulanan ve halen yer yer az da olsa örneklerine rastladığımız bir adet vardır.
Diğer pek çok güzel adetlerimiz gibi bu da unutulmuştur. Onun için önce kısa bir hatırlatmada bulunalım.
Diş kirası denen bu gelenek, dini olmayan, fakat milletimizin nazik, ince ruhlu ve saygılı tarafını, mütevazılığını ve alecenaplığını yansıtan bir bir gelenektir.
Eski kitaplarda hakkında bilgi olarak yazılanlara baktığımızda genelde zenginlere mahsus gibi görülmektedir.
Fakat aslında ikram sahibi, davet sahibi herkesin kendine göre uymaya çalıştığı çok güzel bir kültürel olgudur. Zaman olarak daha çok Ramazan’da olur. Lakin sair günlerde de halk arasında gerçekleştirildiği olurdu.
Davet sahibi evine misafir ettiği kimselere ikramda bulunur. Sohbetler edilir, yemekler yenir.
Ev sahibi ikram etmenin ve misafir ağırlamanın sevabıyla mutlu olur.
Ona bu mutluluğu misafir yaşatmıştır.
Onun pek de güzel olmayan yemeğini yemiştir. Çenesi yorulmuştur. Üstelik çekilmez sohbetine de katlanmıştır.
Ev sahibi sevap kazansın diye misafir pek çok eziyet çekmiştir.
İkramın sahibi böyle düşünüyor…
Ağırlama faslı bittiğinde misafir kalkıp ayrılmak üzereyken, kapıda kendisine küçük bir hediye kesesi verilir. Ev sahibi, ikram sahibi, davet sahibi kendisine bu mutluluğu yaşatan misafirine, davetlisine bir nevi teşekkür eder. “Efendim, zahmet buyurdunuz, ikramımızı kabul ettiniz, acizane bunu dişinizin kirası olarak kabul ediniz” der.
Bu uygulamayı Osmanlı’da çok sık görürüz.
Fatih zamanının bir paşası, konağında ziyafet verir. Herkesi çağırır. İkramın son servisi nohutlu pilavdır. Pilavın içine nohut biçiminde altın konulur. Kimin dişine gelirse dişinin kirası sayılırmış…
Bu gelenek zaman zaman padişaha yakın paşalar tarafından yürütülmüş ve neticede saray muhitinden II. Meşrutiyet ile birlikte uzaklaşmıştır. Fakat lisanımızda halen kullanılır, edebiyatımızda da yer etmiştir.
Anadolu’da bazı köy düğünlerinde de benzer uygulamayı görmek mümkündür.
Ay Ramazan olunca, insan oruç tutunca, birazcık aç kalınca bu türden örnekleri hatırlayıp duruyor.
Bunu neden anlattım? Öyle kuru kuruya kaybolan adetlerimizi hatırlayalım diye değil tabii ki… Hele bu geleneğimizi bir hortlatsak vay halimize… Düşünsenize, bir iftar sofrası için gecelik bir sponsor bulunamazken bir de gelen binlerce insana diş kirası vereceksiniz…
Zenginlik sadece para ile değildir.
Gönlünüz zengindir. O zaman gerisi önemli değil zaten…
İlminiz vardır, birikimininiz vardır, düşünceleriniz vardır. Bazı varlara sahipsiniz. O zaman onların zenginisiniz.
Gönlü zengin insanların birikimleri, söyleyecek ve yazacak bir şeyleri varsa o zaman tadına doyum olmaz demektir.
Yeni edebiyat türlerinin Osmanlı ülkesine girmesinden itibaren birikimlerin tefrika edilmesine şahit oluyoruz, yoğun şekilde.
Herkes derdini, anlatmak istediklerini yazıyor..
Gazeteler, dergiler, kitaplar… Bunlar ziyafet çadırlarının kuruldukları yerler…
Makale yazarları var. Gazetelerde, kendi köşelerinde yazanlar var. İlk romanlar tefrika şeklinde yazılırdı. İlk yazılı kavgalar gazetelerin köşelerinde, günlerce, okur huzurunda büyük ciddiyetle ve şiddetle yapılırdı.
İnternet çıkalı sanal dünyada kendine bulduğu bir sitenin bir yerinde birikimlerini ikram edenler var…
İnternet bloglarında, forumlarında, gruplarında veya mail listelerinde…
Herkes bir yerlerde yazıyor.
Okuyucularına ikramda bulunuyor.
Onları köşelerine, yazılarına, düşüncelerine davet ediyor.
Yazarlar, kendi sofralarına buyur ettikleri misafirlerinden, ikramlarının sonuna kadar, yazılarının sonuna kadar yetecek zaman istiyorlar.
Buradaki kelime lokmalarını art arda ağızlarına atıp uzun uzun cümlelerin boğazlarında düğümlenmemesi, kalın kalın ifade lokmalarının gırtlaklarında kalmaması, acı acı sözlerin dimağlarını yakmaması gerekiyor…
Okuyucu, yazara katılır veya katılmaz, yemeği beğenir veya beğenmez, onun en tabii hakkıdır.
Fakat bir konuyu öğrenmek ister. Yazı bittiğinde en azından böyle düşünenler de var, der. O tarz düşünenleri en iyi şekilde o yazıda bulmak ister..
Veya bazı şeyler öğrenmek ister. Malum, yazı yazmak öyle her babayiğidin işi değildir. Kalem sahibinin yıllar boyu tırnaklarıyla kazandığı birikimini o satırlarda tane tane özümseyebiliyorsunuz, Amerika’yı yeniden keşfetmeden, ikinci bir tecrübe yaşamadan…
Bunlar da okuyucunun hakkıdır.
Okuyucuya dünden kalan bayat yemek verilmez. İftardaki pilav sahurda ısıtılarak temcid pilavı olarak sunulmaz. Bazı okuyucular acıyı sevmez, bazıları et yemeyebilirler. Özen göstermek lazım.
Okuyucu, yazının sonunda da yazardan en azından bir diş kirası bekler…
O diş kirası, ziyafetten eli boş dönmek, yemekte ağzı acıdan yananın, ikramdaki lokmalar bağazında düğümlenip nefes borusu tıkananın kendini can havliyle hane sahibinin yanından dışarı atması, müsaade almadan, hatta geldiğine pişman olarak oradan ayrılması değildir.
Diş kirası, okuyucunun en değerli varlığı olan zamanının ziyan olmadığını hissetmesidir.
Hiç bir şeyle mukayese edilemeyecek kadar güzel olan gönül zenginliğinin zarar görmemesidir.
Bütün değerlerin üstünde olan kişi masumiyetinin, muhatabına olan saf ve içten duygularının hayal kırıklığına uğramamasıdır.
İkramda bulunmak tabii ki önemlidir. Zenginlik göstergesidir.
Misafirsiz, davetsiz ve ziyaretsiz olunca boş masalarda o ziyafet israf olur gider. İkramı ikram eden davetlilerdir.
Yazarların velinimeti olan okuyucularına verebilecekleri diş kiraları olmalıdır.
Yazılarımıza davet ettiğimiz misafirlerimize yine bizim kültürümüzde olduğu gibi, bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır düşüncesini diş kirası olarak verebiliyorsak ne mutlu bize…
Veren el alan elden üstündür.
Afiyet olsun efendim… Allah kabul etsin, Allah tekrarını ve devamını nasip etsin…
—
Muhammet Safi
Bir yanıt yazın