CUMHURİYET STRATEJİ
Ahmet GÖKSAN*
a.goksan@hotmail.com
Türk dış politikasının son 60 yılına bakıldığı zaman, Kıbrıs sorununun birincil ve öncelikli konu olduğu görülmektedir. Bu sorun belirli dönemlerde saman alevi gibi parlamış, sonrasında ise içten içe yanmayı sürdürmüştür.
Kıbrıs’ta yaşananları özetlemek gerekirse kısaca, şövenizmin ve fanatizmin esiri olarak saldırganlaşanların, insan olan herkesin kabul edemeyeceği ve birlikte yaşayanların birbirlerini öldürdükleri toplu mezarlara gömüldüğü talihsiz bir adadır Kıbrıs…
Bu güne değin, Rumların adada yaptıkları vahşetin boyutları çağdaşım diyenlerin ilgisini çekemediğini de kabul etmek durumundayız. Nedenleri bile sorgulanamadı.
Buna karşın adada yaşananlar, dünya kamuoyuna Türk – Rum sorunu olarak sunulmuştur. Öylede kabul görmüştür. Kıbrıs adası Doğu Akdeniz’de yüzer bir gemi konumundadır. Bu nedenle, bölgeye egemen olmak isteyen tüm ülkelerin ve güçlerin iştahını kabartmaktadır. Bu ülkelerin emperyal amaçla yürüttükleri çabalar ise sürekli olarak görmezden gelinmiştir. Halen de görülmeye devam edilmektedir.
Türk – Rum veya Yunan kavgası olarak sunulan sorunun temelinde, adanın İngilizlere kiralandığı 04 Haziran 1878 tarihi yatmaktadır. Bu tarihten sonra adada çoğunlukta olan Türkler, izlenen bilinçli politikalarla azınlık durumuna düşürülmüşlerdir.
Bu nedenden olacak, Kıbrıs Türkleri 130 yıldır kimliklerini ve varlıklarını
kaybetmemek için mücadelelerini sürdürmektedirler.
1940’lı yılların sonlarında Rumlar, Ortodoks Kilisesinin önderliğinde Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama girişimlerini başlattılar. Diplomatik çabalarla sonuç alınamadığı noktada ise teröre başvurdular.
EOKA terör örgütü ile İngilizleri adadan atarak, Türkleri de soykırımdan geçirmeye başladılar.
Kıbrıs Türkleri de uygulanan soykırıma seyirci kalmadılar. EOKA’ya karşı örgütlendiler. Olayların çığırından çıkması ile İngiltere adayı terk etme hazırlıklarına hız verdi.
Yapılan görüşmelerden sonra imzalanan anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyet’i de kurulmuş oldu. Anlaşmanın olduğu günlerde de Kıbrıs Türklerin sayıları bu günkü gibi bir oranda idi. Buna karşın her iki ulusun uzantıları olan Türklerle Rumların birbirlerine karşı üstünlükleri söz konusu değildi. Her iki toplum, yönetim kademelerinde eşit ve egemendi.
Bu eşitliğin temelinde ise toprak konusu yatmaktadır. Ada topraklarının büyük bölümü Türk Vakıflarına aittir. Kişilere ait topraklarında dikkate alınması ile Türklerin az da olsa üstünlükleri bulunuyordu.
Rumların kafasında Dr. Fazıl KÜÇÜK’ ün söylemi ile ENOSİS çivisi çakılı olduğundan 1963 Aralık ayında yeniden saldırıya geçtiler.
Dünyada eşi ve benzeri olmayan bir olay adada yaşanıyordu. Devletin ortağı olan Türkler, diğer ortak Rumlar tarafından hükümetten atıldılar. Bununla yetinmedikleri için Türklere soykırım uygulamaya başladılar.
04 Mart 1964 gününde, adaya BM Barış Gücü’nün gönderilmesi kabul edildi. BM Güvenlik Konseyi’nin 161 sayılı kararına göre Barış Gücü adada bozulan düzeni yeniden kurmakla görevlendirildi. Rumların tutum ve yaklaşımları nedeniyle bu güne dek sorunu çözmek olanaklı olamadı.
Adada çözüme ilişkin süreçlerde değişik plan ve önerilerle sorun çözülmeye çalışıldı. BM adına görev yapan Özel Temsilcilerin çabalarından da bir sonuç alınamadı.
Özel Temsilcilerden görevlerini tamamlayıp ülkelerine döndükleri zaman anılarını yazanların olduğu biliniyor. Birbirlerinden farklı uluslardan gelen bu temsilciler, ortak bir noktada uzlaşıyorlardı. Buluştukları ortak noktanın Rum uzlaşmazlığı olduğunu da belirtmek durumundayız.
Rumların uzlaşmazlığı yalnızca Özel Temsilcilerle sınırlı kalmadı. Genel sekreterlik yapanlarda bu kervana katılarak gerçekleri vurguladılar. Tüm bunlara karşın yinede Türkler uzlaşmaz taraf olarak görülerek kabul edildi.
20 Temmuz 1974 ve 14 Ağustos 1974 günlerinde gerçekleştirilen Barış Harekatları sonrasında, BM öncülüğünde başlatılan çözüme ilişkin görüşmelerden bilinen Rum yaklaşımları nedeniyle bir türlü sonuç alınamadı.
Bu güne dek yedi kez denenmiş olan görüşmelerden sekizinci görüşme maratonundan sonuç alınmaya çalışılıyor. Rumların tutum ve yaklaşımlarını değiştirmedikleri takdirde sonsuza dek sonuç alınamayacağının da bilinmesi gerekiyor.
2007 yılı Aralık ayında, Rum Ulusal Konseyi izleyecekleri politika konusunda karar vermek için toplantı yaptı. Bu toplantıda alınan kararla Tasos Papadopulos’un uzlaşmazlığı kabul edilerek yerine ılımlı bir ismin çıkarılması kararlaştırıldı.
Alınan bu karara konseyin üyesi olan tüm siyasi partilerin uymakla yükümlü olduğunu vurgulamak durumundayız. Bay Dimitris Hristofyas’ın ortalık yere çıkmasında bu kararın etkili olduğunun kabul edilmesi gerekiyor.
Bay Dimitris Hristofyas’ın partisinin, 1947 ve 1967 yıllarında genel kurullarında alınmış olan ENOSİS kararları olduğunu da anımsatmak durumundayız.
Geçmişteki birliktelikleri yadsınamayan Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde hükümetin büyük ortağı olmasının çözüme giden yolu açacağı beklentisi üst düzeye taşındı.
Yoldaşların yıllardır çözülemeyen Kıbrıs sorununu çözebilecekleri vurgulanmaya başlandı. Dış baskılarla her iki lider bir araya getirildi. Türkiye’de de ‘sorunu biz çözeriz’ diyen bir iktidarın olması umutların da artmasına neden oldu.
Bu oluşumların ortaya çıkması ile bu güne dek izlenen ulusal politikalarda da kırılmaların başladığının kabul edilmesi gerekiyor.
Son olarak 20 Temmuz’da dile getirilen, “iki halkın olduğu, siyasi eşitliğin olduğu, iki kurucu devletin olduğu, adil, kapsamlı kalıcı bir Kıbrıs” olduğunun vurgusu Sn. Mehmet Ali Talat ve Sn. Recep Tayip Erdoğan tarafından yapıldı.
İzlenen politikaların dikkate alındığı noktada, bu söylemlerin fazladan bir değerinin olmadığı ortalık yere çıkmaktadır. Çünkü eylem ve söylem arasında okyanuslar
ın olduğunun unutulmaması gerekiyor.
Burada siyasi eşitlikten söz ediliyor olmasına karşın, egemenlikten söz edilmemesi bir hayli düşündürücüdür. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde var olan egemenliğe rıza göstermeyenlerle birlikte, siyaseten eşit olmanın bir anlamının da olamayacağını söylemek durumundayız.
İki ulusun uzantılarının yaşamakta olduğu adada, siyasi eşitliğin uygulanması olanaklı olmasa gerek. Siyasi eşitliğin bir birlerine yakın etnik yapıda olan insanların bulunduğu ülkelerde olanaklı olabilir. Adada birlikte yaşamaktan öte birliktelikleri olmayanlara, siyasi eşitliğin uygulanması kadar anlamsız bir yaklaşım olamaz.
Kıbrıs’taki çözüm arayışları sırasında Belçika’daki model, örnek olarak sunuluyordu. Özellikle son dönemde, Flamanlarla Valonlar arasında yaşananlar beklenen umudun da ortalık yerden kalkmasına neden oldu.
Belçika’da iki ana etnik grup arasında yaşanan tutum ve yaklaşımlar sonrasında ülkenin bölünmesi konuşulur olmaktadır. Bir süre sonra bu ülkenin üçe bölündüğü gerçeği ile yüzleşebiliriz. Belçika diye bilinen devlet de tarihteki yerini almış olabilir.
Bir ülkenin koşullarının o ülkeye özgü olduğu unutularak, bir başka ülkeye model olarak sunulması kadar yanlış ve anlamsız bir uygulama olamaz.
Her ülkenin kendine has koşullarının da dikkate alındığı noktada, Kıbrıs’ta siyasi bir eşitliğin olamayacağının da görülmesi ve bilinmesi gerekiyor.
Bir diğer olumsuz yaklaşımın Kıbrıs’taki sorunun çözümünün AB ile ilişkilendiriliyor olmasıdır. Bu yaklaşım armutlarla elmaları bir ve eşit saymakla koşuttur.
Bu güne değin denenen çözüm arayışlarından sürekli olarak Türklerden ödün veya ödünler vermesi isteniyor. Karşı taraftan böylesi bir istekte bulunulmadığı için pozisyonlarını korumaktadırlar. Görüşmelere başlanırken ayak topu söylemi ile bir sıfır galip olarak başlamaktadırlar.
Siyasi konuların tavan yaptığı görüşmelerde, esas konuşulması gereken toprak konusuna değinilmemesi bir hayli düşündürücüdür. Aynı şekilde çözüme ilişkin olarak da umut kırıcı bir durumu da yansıtmaktadır.
Politis gazetesinde yer alan bir haberde “Kıbrıs Türk tarafı, geri verilecek toprakların teslimi sırasında rol üstlenmeyi kabul etmiştir. Annan Planı’na ilişkin müzakerelerde bunu sert bir dille reddediyordu.
Kıbrıs Türk tarafı, AB içinde 1960 Anlaşmalarının yarattığı güvenlik sisteminin biçim değiştirme dinamizminin oluşacağını kabul etti” diye yazıyordu.
1959 – 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmalarının bir özelliği de Doğu Akdeniz’de Lozan’da kurulan Türk – Yunan dengesini korumayı amaçlıyordu. Rumlarla Yunanlılar bu dengenin devamına izin vermediler. Tarihe Kanlı Noel olarak geçen olaylar yaşandı.
Adı geçen anlaşmalarla Türkiye’nin Yunanistan ve İngiltere ile birlikte garantörlük hakları vardı. Adada bozulacak olan düzenin yeniden kurulması bu anlaşmalara bağlı olarak sağlanacaktı.
Kıbrıs’ta yaşanan tüm olaylara karşın bu kural, Yunanistan’ın taraf olması, İngiltere’nin tutum ve yaklaşımları nedeniyle işletilemedi. Olayların yatıştırılabilmesi için Türkiye’nin yaptığı tek taraflı müdahalelerinin de sonucu değiştiremediğinin de unutulmaması gerekiyor.
Türkiye’nin yapmış olduğu tek yanlı müdahaleler sonrasında Rum ve Yunan tarafının başlattıkları diplomatik girişimlerle olayları ters yüz ettiler. Bunun ötesinde de bir işlevinin olduğu söylenemez.
03 Eylül’de başlaması öngörülen çözüme ilişkin görüşmeler öncesinde garantiler konusu yeniden gündeme taşınmıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adına görüşmelere katılanlar, bu sistemin devamından yana tavır koyuyorlar. Ancak çözüm sonrasında AB Ortak Savunma ve Güvenlik Politikalarına katılmayı kabul ettikleri Rum basınında yer alıyor.
Böyle bir politikanın kabul edilmesi anlaşılır bir husus olmasa gerek. 1964 yılından günümüze dek adada görev yapmakta olan BM Barış Gücü’nün Kıbrıs Türklerini nasıl koruduğu unutulmamıştır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin 20 Temmuz 1974 de tek yanlı müdahalesi yapılmamış olsa idi, bu gün adada bir tek Türkün bulunamayacağının da unutulmamsı gerekiyor.
Garantiler konusunda Rumların tutumlarında her hangi bir değişikliğin olmadığı görülüyor. Buna karşın görüşmelerin sürdürülmekteki ısrarın nedeni anlaşılır bir husus olmasa gerek.
Bu açıklamanın yeterli ve doyurucu olmadığının da bilinmesi gerekiyor. Sn. Mehmet Ali Talat’ın, özellikle toprak konusuna ilişkin olarak net bir duruş göstermek gibi yükümlülüğünün olduğunun da unutulmaması gerekiyor.
BM Genel Sekreteri Ban ki Mun, kendinden önceki Genel Sekreter Kofi Annan gibi Güvenlik Konseyi’ne sunduğu son raporlarla, adada iki devletli bir yapının kurulduğunu belirtiyordu. Bu nedenle de Barış Gücü’nün adada bulunmasına gerek olmadığının altını çiziyordu.
Buna karşın, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olan İngiltere ile Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ne üye olmasına izin verdiler. Konuya ilişkin olarak Türkiye’nin tepkisinin yeterli olmadığının kabul edilmesi gerekiyor.
Yoldaşların çözüm görüşmeleri sonrasında, Dimitris Hristofyas’ın parmakları ile zafer işareti yaptığı televizyonlar aracılığı ile gösterildi. Doğal olarak “tek egemenliği ve tek kimliği” kabul ettirmiş birisinden farklı bir yaklaşımı göstermesi beklenemezdi.
Konuya ilişkin olarak Mehmet Ali Talat’la sözcüsünün yaptıkları açıklamalarının yeterli olmadığının da bilinmesini istiyoruz. Bundan cesaret aldığı anlaşılan Rum Futbol Federasyonu yetkilileri, Türk Futbol Federasyonu’nun kendilerine katılması çağrısını yaptılar.
Türk Futbol Federasyonu yetkilileri de gereken yanıtı vererek onurlu bir duruşu da sergilediler.
Bütün bu nedenlerle yapılması gerekenleri de vurgulamak istiyoruz.
01. Kıbrıs sorunu konusunda devletin çeşitli organları arasında tutum farklılığından kaynaklanan bir dağınıklık yaşanmaktadır. Bu dağınıklığın en kısa sürede ortadan kaldırılması ve tutarlı bir devlet politikasının oluşturulması gerekiyor.
02. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Rumların soykırım hareketlerinin durdurulması sonrasında kurulmuştur. Bu gün gelinen noktada yapılan dış baskılarla bu devletin yaşatılması davası olmaktan çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde içten ve dıştan yapılan baskılarla bir genel çuvallanışı boşa çıkarma görevinin bir parçası olmuştur.
Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs davasını kazanmak her zamankinden de daha kritik bir yola girmiştir. Bunun içindir ki, içinde bulunduğumuz ortamda bu sorunu ikinci plana itmek veya önemsizleştirmek, yanlış ödünler vererek çözmeye çalışmak kadar büyük bir yanlış olamaz.
03. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yönetenlerin de çözüm konusunda Türkiye’nin yakın zamana kadar sürdürdüğü çizgiden uzaklaştırılması ve Rum Yönetimi ile uzlaşma uğruna devletin temel niteliklerinden ödün verici bir tutum içine girmesi, ulaşılmak istenen çözümün kalıcılığını ve güvenilirliğini olumsuz olarak etkileyecektir.
Çözüm ancak, egemenlikleri ve “kurucu”luk nitelikleri karşılıklı olarak tanınan iki eşit devletin masaya oturması ile sağlanabilir. Bu nedenle de en temel olması gereken bu koşul sağlanmadan yeni bir müzakere sürecine girmek büyük bir yanlış olacaktır. Oluşacak olan bu yanlışlığın düzeltilmesi ise ileride olanaklı olamayacaktır.
04. Geldiğimiz bu noktada, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü müzakere süreci tam olarak netlik kazanmamıştır. Oyalamalar ve Rum Yönetiminin yanıltıcı vaatleri de devam etmektedir. Bu yanıltıcı vaatlere kanmadan, eşit katılım koşulları sağlanıncaya kadar müzakerelerin askıya alınması da olmak üzere siyasi bir duru
şun gösterilmesi gerekmektedir.
05. Kıbrıs’ta Türk varlığının devam etmesinin ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yaşatılması ile olanaklı olacağının da unutulmaması gereken bir zorunluluktur. Bu nedenden ötürü, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin güçlendirilmesine ağırlık verilmelidir.
06. Çözüm arayışlarının ivme kazandığı bir noktaya doğru hızla gidilmektedir. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeniden bir durum değerlendirmesi yapması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ulusal politikaların, ulusun bireyleri ve onların temsilcileri ile belirlendiği veya belirlenmesi gerektiğini de vurgulamak istiyoruz.
07. Kıbrıs sorununun bir Türk – Rum veya Türkiye – Yunanistan arasındaki bir sorun olmadığını da yinelemek durumundayız. Sorunun Doğu Akdeniz’e egemen olma sorunu olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. Bu nedenle sorunun çözümüne bu açıdan da bakılması gerekmektedir.
SEVGİ ile kalınız…
* Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı
15 Ağustos 2008 – Ankara –