Türklerle Ermeniler paranoya-travma kısır döngüsüne takılıp kaldı
YAZDIR | YOLLA |
17/08/2008
BASKIN ORAN (Arşivi)
BAŞLARKEN
Birkaç gün boyunca Haçik Muratyan’ın (Khatchig Mouradian) benimle İngilizce olarak yaptığı ve Taşnak organında yayımladığı söyleşiyi (ve ona tepkileri) sunacağım.
Kendisini daha önce genellikle Türkiyeli, Ermeni ve yabancı akademisyenlerin yazıştığı bir eposta grubundan biliyordum. Türkiye’ye de geldi. Ama fiilen ilk defa Oslo’da, Türk-Ermeni ilişkileriyle amatör olarak ve şahsen ilgilenen Norveçli Ragnar Naess’in Mayıs’ta düzenlediği özel çalışma toplantısında tanıştık. Pokerde “Beş benzemez” diye bir el vardır, eldeki kağıtların hiçbiri birbirine benzemez; öyle bir özel toplantı. Farklı yönü de de
buydu zaten. En azından bazılarımız “tek tabanca” idi.
Aslında Haçik tek tabanca sayılmaz. Çünkü şu anda Taşnakların başlıca gazetesinin genel yayın müdürü. Ama bir açıdan tek tabanca. Başından başlayayım isterseniz.
Haçik, doğal olarak (bunu izah etmek gerekmez herhalde) Ermeni diasporasının en radikallerinin yetiştiği Lübnan’da 1977’de doğmuş bir “Anadolu çocuğu”. Babasının babası Konya Ereğli’den. Babasının annesi Kilis’ten. Annesinin babası Adanalı, anneannesi Nur Dağları veya Gavur Dağları olarak da bilinen Amanos’tan. Eserleri şimdiden on kadar dilde yayınlanmış genç bir gazeteci, yazar, şair, çevirmen. Beyrut’ta çıkan Ermeni gazetesi Aztag’ın editörlüğüne 2000’de başlıyor. Dikkatleri herhalde çok çekmiş olmalı ki 2006’da ABD Boston’ta çıkan Taşnak organı Armenian Weekly’nin genel yayın müdürlüğüne getiriliyor. Haçik beş dil biliyor ve önce büyüklerinden öğrenmeye başladığı Türkçeyi özel olarak çalışarak altıncı sıraya koymuş götürüyor; Oslo’dan şahidiyim.
Eğer diasporanın içinde bulunduğu psikolojik durumu şu kadarcık biliyorsanız ve diasporada birçok insanın şok icabı “Türk” kelimesini duymaya bile tahammülü olmadığını işitmiş iseniz, şu hususu yeterince önemsememeniz mümkün değil: Daha Aztag’ı çıkartırken 2003’te Türkiyelileri konuşturmaya başlıyor: Taner Akçam, Müge Göçek, Amberin Zaman, Elif Şafak, Ayşe Günaysu, Eren Keskin, Halil Berktay, vb. Yani, Haçik’in söyleşi yaptıkları arasında “diasporaya en aykırı düşen kişi” belki bendenizimdir ama ilk söyle şi yaptığı Türkiyeli ben değilim. Ama Haçik şu açıdan bir “ilk” ve hatta şimdilik “tek” ki, bırakın başka bir Taşnak yayınını, dünyadaki hiçbir Ermeni yayınında (tabii, bizim Agos hariç) Türkiyelileri konuşturan bir diaspora Ermenisi daha mevcut değil. Önceleri çok ciddi tepki alıyor, sonra cemaat alışıyor ve yenilerini beklemeye başlıyor.
(Bir parantez: “Hep Ermenilere yakın olanları konuşturmuş” diyorsanız, müsaadenizle şunu da söyleyeyim: Ne yapacaktı allahaşkına? “Biz Ermenileri öldürmedik; Ermeniler bizim bebeleri süngüledi” diyenleri, örneğin Tayip Erdoğan’ı (gazeteler, 09.08.2008) veya Halaçoğlu’nu mu konuşturup milleti çıldırtacaktı Taşnak gazetesinde? Türkiyelileri konuşturan başka Ermeni yok diyoruz; buradan hesaplayın! Dünya Ermenilerinin bir Taner Akçam’ı veya bir Halil Berktay’ı yok desem, acaba ne demek istediğimi tam anlatabilmiş olur muyum?)
Çok sayıda Ermeni Haçik’in özelliği hususunda aynı şeyi söylüyor. 1890’da kurulan
ve şu anda 200’ü aşkın ülkedeki üyeleriyle dünya Ermenilerinin en önemli örgütü olan bir siyasal parti var: “Ermeni Devrimci Federasyonu” (Hay Heghapo khakan Dashnaktsutiun). Kısa adı Taşnaksutyun veya daha da kısası, Taşnak. Haçik, bu partinin resmî yayın organının “olağanüstü nitelikli ve sol entelektüeli”. Hatta, “vazgeçilmez” elemanı. Massachusetts Watertown’daki Hairenik (“Anavatan”) Binası’nda, ünlü Taşnak Arşivleri’yle altlı üstlü çalışıyor. Hairenik Binası bir tarih klasiği. 1915 öncesi ve sonrasında Osmanlı’dan göç eden Ermenilerin bu kasabada önemli bir merkez oluşturdukları dönemlerden kalma bir “klasik”. Bura Ermenileri artık eskisi gibi militan değil, ama tarih unsuru burayı hâlâ önemli kılmaya devam ediyor.
Haçik’le doğal olarak kaynaştık Oslo’da. Çünkü ikimiz de kimi önyargı sınırlarını aşmışa benziyorduk; bu içgüdüsel bir yakınlaşma galiba. Oslo’daki toplantının sonuna doğru önerdi, bir söyleşi yapalım dedi. İki oturum arasında vakit yarattık ve yaptık. Bant çözümünü gönderdi. Çıkarmalar değil ama eklemeler yaptım.
Olduğu gibi bastı. Tekrar söylüyorum: Diaspora Ermenilerinin psikolojisini şu kadarcık biliyorsanız bütün bunlardan ne demek istediğimi değerlendirirsiniz. Bilmiyorsanız, zaten boşuna konu9 Fuyoruzdur. Onun için, uzatmıyorum.
Aşağıda okuyacağınız söyleşi, Haçik’in yukarıda sözünü ettiğim eposta grubuna göndermesi üzerine, değil basılmak daha internette bile yayınlanmadan epostaların “akmaya” başlamasına yol açtı. Diaspora Ermenilerinin bana ilettikleri kadarıyla “Türklerin ve Ermenilerin aynı fikirde olduğu nadir durumlardan birini oluşturdu: Şok yarattı” (“… : It’s shocking!). Gazeteye gönderilen tepkilere cevap vermedim; polemik çoğu durumda anlamlı değildir hatta zararlıdır. Zaten kimi Ermeni dostlardan gelen iletiler içlerinden kimi gençlerin biraz fazla heyecanlı olduğunu, polemiğe girmeyerek bu heyecan dozunu düşürmenin uygun olacağını telkin ettiler. Çok da haklıydılar.
Diğer yandan, bana doğrudan gelen ve kimi olgusal konulara değinen iki epostaya cevap verdim. Zaten bu yanıtlar söyleşide söylediğim kimi şeyleri izah ediyor ve tamamlıyordu.
Onları da okumanıza sunuyorum.
Aşağıdaki söyleşi Armenian News şebekesi
(http:// groong.usc.edu/news/msg237975.html), 1908’den bu yana yayınlanan Asbarez’in sitesi ), Fransa’da Nouvelles d’Armenie (article.php3?id_article=43130/st/item.php?r=2&&id=4929http://www.yevrobatsi.org) tarafından da iktibas edilmiştir.http://www.armenews.com/) ve Yevrobatsi (
30 Mayıs günü, Türkiye’de uzun yıllardır insan hakları için mücadele veren Prof. Baskın Oran, 1998’de tanınmış bir insan hakları savunucusuna yönelik suikasttan sorumlu Türk İntikam Tugayı’ndan (TİT) bir e-posta aldı. E-posta Oran’a ve Ermenilere yönelik ölüm tehditleri ve hakaretler içeriyordu. Yazılanlar, geçen yıl 19 Ocak’ta İstanbul’da öldürülmeden önce Türk-Ermeni gazeteci Hrant Dink’e gönderilenle benzerlik taşıyordu.
Mayıs’ta yaptığımız bu söyleşinin Türkiye’de Oran için daha fazla sorun çıkaracağı endişesiyle yayınını ertelemeye karar vermiş ve metin çözümünü belirsiz bir tarihe kadar rafa kaldırmıştım. Fakat Oran bunların ken di sözleri olduğunu ve tehditler nedeniyle değişmeyeceğini söyledi.
Baskın Oran Dink’in gazetesi Agos’un düzenli yazarlarından. Radikal gazetesinde de yazıyor. Dink’ten farklı olarak, Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenilerin katledilmesi hususunda ‘soykırım’ kavramını kullanmıyor. Ama Oran bir ‘soykırım inkarcısı’ olmanın da çok uzağında. Türk devletinin Ermenilerin çektiği acıları inkar etmesine sert eleştiriler yöneltiyor. ABD gibi ülkelerdeki Ermeni Soykırımı karar tasarılarının da, Türkiye kamuoyunu 1915’te olanlar hakkında bilgilendirmek isteyen Türk demokratların işini zorlaştırdığına inanıyor.
Haçik Muradyan: Türk toplumundaki tabular hakkında konuştuğunuzda sık sık Sakallı Celal’in bir sözüne atıfta bulunuyorsunuz: “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür.” Tahsilin cehaleti nasıl artırdığından bahsedebilir misiniz?
Baskın Oran: Bütün ulus-devletler esas olarak iki araç kullanılarak yaratılır: zorunlu askerlik ve ulusal eğitim. Bu eğitim sırasında size sürekli olarak şu veya bu öğretilir ve ona inanmaya başlarsınız, zira çok ağır bir beyin yıkamadır. Bir şey öğretmek, ö=C 4retmekten ibaret değildir, hiçbir şey öğretmemek anlamına da gelir. Ve 1915 katliamlarıyla ilgili Türkiye’de yaşanan durum da budur.
1915’i ilk kez ABD’de, 18 yaşımdayken, Bob Harabeciyan adlı bir arkadaşımdan duydum. Çok komik bir çocuktu. İkimiz farklı arabalardaydık, kırmızı ışıkta yan yana durmuştuk. Lise öğrencisiyiz. Dalga geçerek, “Sen pis Türk, dedemle ninemi öldürdün” dedi. Ben de, “Siktir git lan” dedim ve yolumuza devam ettik. Elbette daha aynı gün unuttum gitti. 1964’teydi bu.
Sonrasında, ASALA cinayetlerinin başladığı 1973’te bu meseleyi duyar olduk. Sabahın dördünde saatin ziliyle değil, yatağın altındaki bir bombayla uyandırılmak gibi bir şeydi. İlk tepkimiz, “Bu katiller ne yapıyor Allah aşkına” demek oldu. Bu bizi 1915’te neler olup bittiğini araştırmaya yöneltmedi. Tam tersine, tamamen masum insanların, diplomatların öldürülmesine karşı çok güçlü bir tepki duyduk sadece.
Daha sonra, özellikle de Türkiye’nin AB üyeliğinin resmileştiği 1999’dan sonra Taner Akçam’ın ve Ermeni diasporasının bazı üyelerinin kitaplarını okumaya başladık ve 1915-16’da çok fazla şey yaşandığ1nı öğrendik.
Fakat zaman geçtikçe ‘soykırım’ kelimesi o kadar sık telaffuz edildi ki, içimizde iki paralel geçit açıldı: birincisi 1915’te olan bitenleri öğrenmek, ikincisi ise ‘soykırım’ kelimesine tepki göstermek. Zira Ermeniler için ‘soykırım’ tek bir anlama geliyordu: 1915. Fakat Türkler için de tek bir anlamı vardı: 1933-45. Bu da Türkler açısından basit bir cümle demekti: “Ermeniler bizim dedelerimize Nazi diyor!”.
Diğer yandan diasporanın bir kanadı Türkiye’nin AB adaylığına sekte vurmaya çalışıyordu (ve bugün de çalışıyor). Bu biz Türk demokratlar için tümüyle kabul edilmez bir şeydi (ve bugün de öyle), zira bu adaylık, tam da bugüne kadar bizden gizlenen şeyleri öğrenmemize imkan tanıyan bir fırsattı (ve şimdi de öyle). “AB Uyum Paketleri” denilen ve 2001-2004 yılları arasında çıkarılan reform yasaları Türkiye demokrasisi için bir nimetti ve onlar sayesinde tünelin ucunda bir ışık görmek mümkün hale geldi. Bununla, 15 yıl içinde gerçekleşebilecek AB üyeliğini kastediyorum.
Özetlemek gerekirse, bu gayet tipik bir diyalektik durum: Diaspora bize yani Türk demokratlarına bir yandan ‘dedelerimizin ne yaptığını öğretirken, bir yandan da bizim bu bilgiyi halkımıza nakletmemize engel oldu (ve oluyor). İnsanlar soykırım’ın s’sini duyduklarında kulaklarını kapatıyor. Sözgelimi 1915’teki korkunç olayların ‘insanlığa karşı suç’ diye nitelenmesine kişisel olarak hiçbir itirazım yok. Fakat diğer kelime Türkiye’de kesinlikle geri tepiyor.
Orly bombalaması Batı dünyasında tepkiye neden olup “Ermenistan’a fatura çıkarmaya” başlayınca diaspora terörist taktikleri sona erdirdi. Çok akıllı bir iş yaptı. Fakat bu özel durumda diaspora sürekli tekrarladığı ‘Soykırımdı!’ nakaratını değiştirmeye ve onun yerine daha sofistike bir söylem geçirmeye muvaffak olamadı. Bu da bizim halkımıza gerçekleri iletmemize engel oluyor.
Şimdi aklınızdan bana şunu sormak geçtiğini tahmin edebiliyorum: “Peki, Ermenilerin ruh hali ne olacak?” Merak etmeyin; o ruh halinin nasıl olduğunu biliyoruz, zira okuduk ve Hrant gibi Türkiye Ermenilerinden öğrendik. Bu kelimenin neden kutsal bir dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni Ermenilerin ölülerine özgürce yas tutamamış olması. Halbuki teskin olmanın tek yolu bu. Türk devleti gerçekleri inkar etmeyi sB Crdürdükçe de bu insanlar bir intikam duygusundan asla kurtulamayacaklar. Dünyanın diğer kısımlarını bilmiyorum, fakat Ortadoğu’da ölenlerinize bağıra bağıra ağıt yakmanız, bu dayanılmaz sıkıntıyı göğsünüzden atmanızın yegane yoludur. Bu tartışılmaz bir gerçektir.
Fakat Türk-Ermeni ilişkilerinin en önemli araştırmacısı olan Hrant’ın ne dediğini unutmayalım: “Hem Türkler hem Ermeniler hasta; ilki paranoya yüzünden, ikincisi travma yüzünden.” Osmanlı’da Müslümanlar Ermenileri (ve ayrıca Anadolu’daki medeniyeti) imha etti ve şimdi her şeyi inkar ediyorlar. Bu Ermenileri hasta ediyor. Ve şu anda Ermeniler o sonu gelmez nakaratı tekrarlamakta ve bu da Türkleri hasta ediyor.
Ermeni meselesinden, daha geniş anlamda Türkiye’deki ‘sessiz kalma” sorunu bağlamında konuşabilir miyiz?
Osmanlı devleti ve Türk devleti büyük sorunlara hiçbir zaman akılcı çözümler aramadılar: 1915 ve devamındaki Ermeni katliamları; 1924 ve sonrasındaki İslam meselesi; 1925 ve devamındaki Kürt meselesi; 1950’den bu yana Kıbrıs meselesi. Biz Türkler, Fransızların deyimiyle bu cesetleri dolaba tıkıştırmak veya Türklerin deyimiyle halının altına s pürmek gibi bir alışkanlığa sahibiz. Ve elbette bunlar süpürüldükleri o yerlerde çürüyüp kokmaya başlıyor. Şimdi hepsi birden dolaptan çıkıp üzerimize geliyor. Bunun başlıca sebebi de AB’ye girmeye çalışmamız ve bütün bu meselelerle tek tek yüzleşmek zorunda olmamız; bunu yapmadan Avrupalı olduğumuzu iddia edemeyiz. Fakat yüzleşmekten ölümüne korkuyoruz. En az üç zombi var peşimizi bırakmayan.
AB ve Ermeni tarafının idrak etmesi gereken şeylerden biri de bu. Ermenilerin zihninde sadece tek bir mesele var; fakat Türklerin zihninde çözülmesi gereken pek çok sorunlu mesele var. Ve bunlar birbiriyle bağlantılı meseleler. Bir kez sorunu çözmeye karar verdiğinizde, zihninizi açmak zorundasınız ve bir kez zihninizi açtığınızda da her şey içeri girecektir.
Bu elbette bizim hatamız. Hiçbir şeyi hiçbir zaman çözmedik. Fakat eğer Ermeniler, AB’dekiler vs. Türkiye’dekilerin birden fazla sorunla boğuştuğunu idrak etmezlerse, her iki taraf da uzun bir süre daha boşu boşuna acı çekmeyi sürdürecek. Şimdi, eğer diasporanın şahin kanadı kendi bileceği ve anlaşılabilir sebeplerden dolayı acı çekmeyi uzatmayı tercih ediyorsa, bu da bir tercih. Fakat bunun iyi bir tercih olduğundan kuşkuluyum.
Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerinden konuşalım. 2000’de kaçırılan bir fırsattan sık sık söz ediyorsunuz.
2000 yılı sonunda, Türkiye’deki kurumlar arasında en Batılılaşmış, bu yüzden de en mantıklı kurum olan Dışişleri Bakanlığı Ermenistan sorununu üç aşamada çözmeye başlayacak bir plan önerdi: 1) Ermenistan ile sınır ticareti teşvik edilecekti. Ermenistan’ın yaşadığı ekonomik zorlukların hafifletilmesi için Karadeniz’den liman tesisleri (muhtemelen Trabzon) ve diğer ekonomik kolaylıklar sağlanacaktı ve böylece sertlik yanlılarının etkisini azaltmak mümkün olacaktı; 2) Ermeni katliamlarının akademik bir çerçeve içinde tartışılmasını sağlayacak bir süreç devreye sokulacaktı; 3) Türkiye’deki Ermeni azınlığın sorunları ele alınıp çözülecekti.
Bu projenin arkasında, Ermenistan’daki hayatın normalleştirilmesi ve böylece Ermenileri Türkiye’yle normal ilişkilere hazırlamak düşüncesi vardı. Ve bu yolla Türkiye’nin üzerindeki basınç da azalacaktı.
Milliyetçilik kötü dönemlerin ideolojisidir. Zorluklar yaşıyorsanız milliyetçi olup çıkarsC4nız. Ağrı kesici gibi bir şeydir bu. Bugün her iki taraf da kendini baskı altında hissediyor; daha iyi ekonomik ilişki kurarlarsa ikisi de kendini daha iyi hissedecek. İnsanlar nasıl Ermenistan’ı terk ediyorlarsa, Kars’ı da terk ediyorlar. Öyleyse sınırı niye açmayalım, niye Ermenistan daha ucuz mal alma ve Karslı üretici daha fazla satma olanağı bulamasın? Bu bir kazan-kazan durumudur. Fakat dönemin Başbakanı Bülent Ecevit “Önce Azerbaycan’a bir soralım” diyerek projenin köküne kibrit suyu ekti. Azerbaycan’ın ne cevap verdiğini elbette tahmin edebilirsiniz ve öneri mevta oldu. Şimdi Azerbaycan petrolü Mersin’e akıyorken ekonomik olarak durum daha da zor.
Benim şahsi fikrim, herhangi bir çözümün Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesiyle başlayacağı yönünde. Fakat buna bazı engeller var. Engelleri ayrıntıya girmeden sadece saymakla yetineceğim: 1) Türkiye’deki kamuoyu; 2) Azerbaycan; 3) Ermeni diasporası.
Eğer Türkiye’nin Ermeni taleplerine parmak şaklatır gibi hemen karşılık vereceğini bekleyenler varsa, bu olmayacak. Uzlaşma aşama aşama ilerlemek zorunda.
Taşnaklar, Ermenilerin en önemli örgütü
‘Ermeni Devrimci Federasyon u’ (Hay Heghapokhakan Dashnaktsutiun), kısaca da Taşnaksutyun veya Taşnak diye bilinen siyasal parti 1890’da, bugün Gürcistan’ın başkenti olan Tiflis’te kuruldu. Ermenistan’ın yanı sıra özellikle Lübnan gibi Ermeni Diasporası’nın yoğun yaşadığı yerlerde faaliyet gösteren Taşnak Partisi, şu anda 200’ü aşkın üyesiyle dünya Ermenilerinin en önemli örgütü sayılıyor. Taşnakların en önemli üç ilkesi, sosyalizm, milliyetçilik ve Birleşik Ermenistan.
İlk faaliyetlerine Osmanlı Devleti’nde başlayan Taşnaklar Ermeniler için özerk bölge kurulmasını sağlamak, Ermeni yerleşimlerini saldırılara karşı korumak ve bu amaçla çalışan grupları tek çatı altında toplamayı hedefliyordu. Taşnaklar 1917’de Çarlık Rusyası’nın dağılmasından sonra Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunda başrolü oynarken, bölgenin 1920’de Sovyet Rusya kontrolüne geçmesinin ardından lider kadroları çoğunlukla yurdışına kaçtı. SSCB’nin çöküşüne kadar Ermeni Diasporası’nın kültürel kimliğini koruması için çalışan Taşnak Partisi, 1991’den sonra döndüğü Ermenistan’da bugün koalisyon hükümetin ol uşturan üç partiden biri ve Sosyalist Enternasyonal üyesi.
Taşnakların resmî yayın organı
Armenian Weekly gazetesi ‘Hairenik Derneği’nin bir yayını. Diğer bir deyişle Taşnak Partisi’nin resmî organı. Armenian Weekly, 1899’da yayın hayatına başlayan ve dünyanın en uzun zamandır Ermenice yayın yapan gazetesi Hairenik’e bağlı. Merkezi Boston’da bulunan Hairenik, İngilizce konuşan Ermenilere yönelik olarak ilk kez Haziran 1932’de İngilizce bir köşe hazırlamaya başlıyor. Başta daha ziyade edebi metinlere yer veren bu köşenin çektiği ilgi karşısında, Hairenik’in yöneticileri Mart 1934’te ‘Hairenik Weekly’ adıyla haftalık bir İngilizce gazete çıkarmaya karar veriyor. İsmi 1969’da Armenian Weekly olarak değiştirilen gazete, internetten de yayımlanıyor. Armenian Weekly,
ilk başlarda çoğunlukla gönüllü Ermeni gençlerin, özellikle de Ermeni Gençlik Federasyonu’nun katkılarıyla çıkarılsa da, zamanla Taşnak Partisi’nin ve Amerika’daki Ulusal Ermeni Komitesi’nin yayın organına dönüşmüş durumda.
YARIN: 1915’e giden süreç
Bir yanıt yazın