Ne olursa olsun AKP’nin kapatılmaması, ülkemiz için hayırlı olmuştur. Hayırlı olmasına hayırlı olmuştur da, kararda bir tuhaflık vardır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bir kez daha ifade edelim ki; bu karar her ne kadar hukuki görünse de daha çok siyasi bir karar olarak hukuk ve ülke tarihimize geçmiş bulunmaktadır. Çünkü bize göre; Anayasa Mahkemesi, hukuki nedenlerden çok siyasi ve ekonomik nedenleri, yani ülkemizin sürüklenmesi muhtemel siyasi ve iktisadi kaos ortamını hesaba katmıştır kararını verirken. Yoksa sadece söylemlerine bakarak “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” gerekçesiyle RP ve FP’yi kapatan bir mahkemenin, bu konudaki söylemi eyleme dönüştüren, yani türbanı hedef alarak anayasal düzenleme yapmaya kalkışan AKP’yi kapatması gerekirdi. Yani pozitif hukuk bunu gerektiriyordu. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin kararı farklı tecelli etmiştir. Daha doğrusu Anayasa Mahkemesi’nin kararı henüz tecelli etmemiştir! Şu andaki durum defacto bir durumdur! Yani ortalıkta fiili bir durum söz konusudur.
Bunu biz söylemiyoruz. 2007 yılında bir ara AKP tarafından Cumhurbaşkanı yapılacağı da gündeme gelen Konyalı Sami Selçuk söylüyor. Peki, Sami Selçuk kimdir? Sami Selçuk, bu ülkenin belli başlı hukukçularından birisidir. Yargıtay Onursal Başkanıdır. İki dönem önce Yargıtay’ı o yönetiyordu çünkü. O, ayrıca bir hukuk profesörüdür. Şu anda Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Açık söylemek gerekirse; Sami Selçuk, söylediklerine itibar edilmesi gereken bir şahsiyettir. Tıpkı Sabih Kanadoğlu ve Vural Savaş gibi…
Prof. Dr. Sami Selçuk, “AKP hakkında açılan Kapatma Davası ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’nin kararı henüz oluşmamıştır” diyerek iddia makamını, yani kapatma davasını açan Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’yı itiraza ve duruma vaziyet etmeye çağırıyor! Şu sözler kendisine aittir:
“… Oylamaya göre, devlet yardımının kesilmesi yaptırımı ancak dört oyla çıkmıştır. Bu durum karşısında hem mahkemenin yasal biçimde oluşması, hem de toplama kuralı çiğnendiği için oylama butlan (hiçlik) ile sakatlanmış; karar çıkmamıştır. C. Başsavcılığı, karara karşı olağanüstü yollara başvurmalı, bu önemli kararın hukuka uygun biçimde çıkmasını sağlamalıdır. Bu süreç işlemedikçe devlet yardımının kesilmesi yaptırımı uygulanamaz. Unutmayalım. Hukuk zar atmaz.”(bkz. Sami Selçuk, “Oylama geçersiz; karar çıkmamıştır” başlıklı makalesi, Star Gazetesi, 01.08.2008).
***
Bu yazımızda asıl üzerinde durmak istediğimiz konu bu değil elbette. Ancak bu konu, gündemin diğer konuları için bir örtü görevi gördüğü için mecburen değinmek zorunda kaldık. Üzerinde asıl durmak istediğimiz konu Radovan Karadziç’tir. Daha doğrusu onun bazı sözleri.
Malum; Bosnalı Sırpların lideri ve Bosnalı yüzbinlerce Müslüman’ın öldürülmesinin sorumlularından birisi olan Radovan Karadziç, 13 yıllık kaçak hayatı! yaşadıktan sonra nihayet yakayı ele vermiş durumdadır. Şu anda insanlık suçu işlediği gerekçesiyle Lahey’de yargıçların karşısındadır. 1992-1995 yılında yaşanan Bosna iç savaşında soykırıma tabi tutulan yüzbinlerce Müslüman Boşnak’ın öldürülmesinden sorumlu tutuluyor. Slobodan Miloseviç’ten sonra ikinci sorumlu olarak Lahey’de. Bu ikisi, Bosna’da yaşanan Genosit (soykırım)’in siyasi sorumluları olarak bilinmektedir. Geriye kaldı General Ratko Miladiç. Yani soykırım hareketinin askeri kanat sorumlusu…
Medyaya yansıdığına göre; Radovan Karadziç’in yakalandığı sırada yapmış olduğu meslek de son derece ilginç. Karadziç, alternatif tıp üzerinde çalışıyormuş. Uzmanlık alanı erkeklerin ereksiyon sorununu çözmekmiş! Belli ki; Bosna-Hersek’te ırzına geçilen ve tecavüz edilen onbinlerce Müslüman Boşnak Kadını, Karadziç’e ilham kaynağı olmuş! Demek oluyor ki; bu konuda hayli tecrübeli ve beceriklidir! Umarız, tez zamanda o da Miloseviç’in akıbetine uğrar ve mahkeme sonunu göremeden geberip gider! Ancak hemen değil. Önce Bosna-Hersek’te döndürülen uluslar arası dolapları ve oynanan milletlerarası kirli oyunları bir güzel anlatsın, sonra nasıl olsa bir şekilde geberip gider…
Onca hengâmede Dikkat ettiniz mi bilmiyorum; Radovan Karadziç Lahey’de ilginç laflar ediyor. Bir şekilde ABD’nin kirli çamaşırlarını ortaya boca ediyor. Mahkeme heyetine demiş ki; “Amerikalı diplomat Richard Holbrooke, 1996’da -Kaçarsan seni kovalamayacağız- diye bana söz verdi. Şimdi beni temizlemek istiyorlar!”(bkz. 02.08.2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bulunan “Holbrooke ölümümü istiyor” başlıklı haber, s. 24).
Habere göre; Amerikalı diplomat Richard Holbrooke ile 1996 yılında bir anlaşma imzaladığını da ileri süren Karadziç, siyasetten çekilip ortadan kaybolması karşılığında asla yargılanmayacağı garantisinin kendisine verildiğini, ancak Holbrooke’un son röportajlarında kendisi için “İdam cezasını hak etti” ifadesini kullandığını hatırlatarak şöyle konuşmuş; “O ve diğerleri beni temizlemek istiyorlar. Bu, ölüm-kalım meselesi. Bay holbrooke, hala ölmemi istiyor ve burada ölüm cezası olmamasına üzülüyorsa, merak ediyorum, acaba kolu buraya uzanabilecek kadar uzun mu?”(bkz. Aynı haber).
Hürriyet’in aynı haberinde “Holbrooke: Anlaştık Ama Garanti Vermedik” alt başlığı altında ise Bosna savaşını sona erdiren Dayton görüşmelerinin ve dolayısıyla Bosna Barışının sözde mimari olarak bilinen Richard Holbrooke’un şu sözlerine de yer veriliyor:
“Karadziç’in sözlerindeki doğruluk payı sıfırdır. Kendisiyle böyle bir anlaşma yapmam ahlak dışı olurdu. Kesinlikle böyle bir şey yok. Uydurulmuş bir hikâye. 1996’da Belgrad’a gidip Solobodan Miloseviç ve Karadziç’in iki adamıyla masaya oturdum. Karadziç’in siyasi hayattan çekilmesi konusunda anlaşmaya vardık. Bu anlaşma, görüşmelere katılmayan Karadziç tarafından da isteksizce imzalandı. Ancak ABD, Karadziç’e asla yakalamayacağı ve yargılamayacağı yönünde bir söz vermedi…”
***
İşte size Radovan Karadziç’in ve Richard Holbrooke’un sözleri. Şimdi burada sizlere “Acaba hangisinin sözleri doğrudur?” ya da “Karadziç mi, yoksa Holbrooke mu yalan söylüyor?” diye sormayı abesle iştigal sayarım. Zira her ikisi de yalan söylüyor olabilir. Karaziç’in sözlerine “İftira”, Holbrooke’un sözlerine ise “Yalan” diyebilirsiniz. Ancak bana sorarsanız, Radovan Karadziç’in hayatı yanlışlarla doludur ama bu kez doğru söylüyor! Yalan söyleyen Richard Holbrooke’dur! Üstelik Holbrooke, Karadziç’le bir anlaşma yaptığını itiraf da ediyor. Slobodan Miloseviç’in akıbetine uğramak üzere olan R. Karadziç durduk yerde neden yalan söylesin ki? Zira söyledikleri yalan da olsa, gerçek de olsa artık bitmiş bir adam olduğunun kendisi de farkındadır. Üstelik ABD’nin “Önce kullan sonra deliğe süpür” şeklinde özetlenebilecek dış politikası ortada iken…
Ayrıca Richard Holbrooke; “… ABD, Karadziç’e asla yakalamayacağı ve yargılamayacağı yönünde bir söz vermedi…” diyerek “Secaat arzederken Merd-i Kıbti, sirkatin söyler” Türk atasözüne de uygun davranışlar sergiliyor. Anlaşalıcağı üzere; ABD, artık Radovan Karadziç’in teslim edilmesi vaktinin geldiğine karar vermiştir. Ya da AB’ye girmeye çalışan Sırbistan, Ulusal Kahramanı Karadziç’i satarak güya AB’ye ve ABD’ye cilve yapma kahpeliğinde bulunmuştur! Açık söylemek gerekirse; 13 yıldır bir türlü yakalanamayan Radovan Karadziç, kendisi gizlenmiyordu, bizzat birileri tarafından saklanıyordu. Demek oluyor ki; vakt-i kerahat geldi ve Karadziç’in bir şekilde teslim edilmesi zorunluluğu doğdu. Gerisi, büyük ölçüde lâf-ı güzaftır zaten…
Üstelik ABD, “Kullan at” politikasını her zaman uygulamıyor mu? Bu politikayı geçtiğimiz çeyrek asır içinde ilk önce İran’da uyguladı ABD. Şah Rıza Pehlevi’yi önce iyice pohpohlayıp şişirdi. Böylece Şahın elindeki petrolü ucuza kapattı ve karşılığında kendi elinde bulunan bütün demode ve külüstür silahları Şah’ın yönetmiş olduğu İran’a sattı. İran’dan alacağını aldıktan sonra Şah’ı Humeyni’ye teslim etmekte hiç tereddüt göstermedi. Bu sefer Saddam Hüseyin’e yöneldi ABD. Irak petrollerini ucuza kapatma adına Saddam Hüseyin’i şişirdikçe şişirdi ve sonunda onu İran’a ve Kuveyt’e saldırttı. Saddam Hüseyin ile işi bitince de onu ezeli düşmanı olan Iraklı Şiilere ve Kürtlere teslim edip, geldi Irak’taki petrol kuyularının ve su havzalarının başına bağdaş kurup oturdu.
ABD aynı politikayı Afganistan’da da uyguladı. Önce Sovyet işgalini bahane ederek Peştunlara “Taliban” isimli bir örgüt kurdurdu ve bu örgüt üzerinden Afganistan’a yerleşti. Bu örgütün Rusları kovmasından sonra da bu örgüte cephe aldı. Aynı politikayı bu kez Yugoslavya’da uyguladı ve yine başarılı oldu ABD. Önce Yugoslavya’yı küçük küçük devletlere ayırdı. Ancak Yugoslavya AB’ye, özellikle de Almanya’ya yakın olduğu için burada rahat hareket edemedi. Çünkü AB, parçalanan Yugoslavya cumhuriyetlerinden bazıları ile bazı doğu bloğu ülkelerini hemen içine alarak ABD’nin Avrupa’daki yayılmasının bir anlamda önünü tıkamış oldu.
Balkanlar’a yerleşmeyi kafasına koyan ABD, bu kez de önce Bosna’da, arkasından Kosova’da iç savaş çıkardı ve bu savaşları bahane ederek gelip Bosna-Hersek’e ve Kosova’ya yerleşti. İç savaş çıkarmayı uygun görmediği veya böyle bir savaşı başaramayacağını düşündüğü bazı ülkelerde ise (Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Kırgızistan vs) “Turuncu Devrim” adı altında devrimler yaptırarak kendisine yakın idareleri iş başına getirdi.
Şu anda ABD, Bosna-Hersek ve Kosova vasıtasıyla Balkanlar’a, Irak ve Kıbrıs’taki İngiliz üsleri vasıtasıyla Ortadoğu’ya, Gürcistan vasıtasıyla Kafkasya’ya, Kırgızistan ve Afganistan vasıtasıyla Merkezi Asya’ya, Güney Kore vasıtasıyla da Uzak Doğu’ya yerleşmiş durumdadır. ABD’nin bu şekilde sarıp sarmaladığı ve etki altına aldığı ülkelerdeki ekonomik ve politik sistemler ile hukuk sistemlerinin, ABD’yi görmezden gelerek bağımsız bir şekilde işlediğini iddia edebilir misiniz? Eğer bu soruya “EVET” diyebiliyorsanız, o zaman Prof. Dr. Sami Selçuk’un “Oylama geçersiz; karar çıkmamıştır” başlıklı yazısını bir kez daha okuyunuz lütfen. Hem bu yazıyı okuyunuz, hem de Cüneyt Zapsu’nun bir zamanlar ABD’de söylemiş olduğu iddia edilen ve siyasi darbı mesel haline gelmiş o meşhur özdeyişini bir kez daha hatırlayınız…
5 Ağustos 2008
Ömer Sağlam
Bir yanıt yazın