Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Turkish Forum Danisma Kurulu Uyesi
Çevreyi kirleten tekelci sermaye, üretim eylemlerinden doğan atıklarını kendi girişimleri ve devletlerinin aracılığıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin topraklarına ve denizlerine bırakıyor. Bu yönlendirme işi gene aynı çevrelerin uluslararası bir uygulama örgütü olan Dünya Bankasının da onayını almıştır. Daha da öte, bu banka söz konusu yönlendirilişin düzenleyicisidir. Bankanın baş iktisat uzmanı 1991 sonunda gizli bir yazılı yönlendirme yönergesiyle çözümün gelişmiş ülkelerin atıklarını Üçüncü Dünya’ya götürüp bırakmaları olduğu üstünde durdu.
O haftalarda gizli olan bu yazı iki ay içinde Britanya’nın ünlü haftalık dergisi Economist’in eline geçerek yayımlandı (8 Şubat 1992). Dünya ekonomisinin birinci derecedeki uygulayıcılarından olan bu önde gelen uzmanın yönergesi şöyle özetlenebilir: Üçüncü Dünya’da doğmuş ve orada oturmakta olanların yaşamları Batılılara oranla daha az değerlidir. Bu değerin ölçüsü onların kazançları, daha doğrusu gelirlerinin azlığıdır. Toksik atıkların gideceği yer de ücretlerin düşük olduğu bu yarı-küredir. Bu amaç için kişi yaşamının az değerli olduğu bu çevrelerden başka bir yer düşünülemez. Oralarda çocukların yüksek bir yüzdesi daha beş yaşına gelmeden zaten ölmüyor mu? Ölüm oranı daha yüksek, ortalama yaşam yılları çok daha aşağılarda değil mi? Endüstrileşmiş ülkeler atıklarını oralara yollamasalar, Üçüncü Dünyalılar zaten kendiliklerinden erken ölüp gidecekler. Kaldı ki, Üçüncü Dünya toprakları ve denizleri Batı’ya göre çok daha az kirlidir. Kısaca, daha kirlenmesiyle fazla bir zarar gelmez; ancak, denge sağlanmış olur. New York, Chicago, Los Angeles ya da Detroit daha fazla kirleneceğine, Okyanusya’da bir adanın ya da Afrika’da bir yarı-çölün birer atık mezarlığı olması yeğlenmelidir. Bu uzmana kalırsa, örneğin Afrika daha çok kirlilik kaldırır. Gelişmiş Batı ülkeri insanları hem temiz hava ayrıcalığına alışmışlardır, hem de sürdükleri yaşam koşulları nedeniyle bu hakka sahip çıkmaktadırlar. Çevrede ömür tüketenlerin sağlık hakları ve güzelduyu (estetik) anlayışları bunu gerektirir. Bu nedenlerle, Dünya Bankası da atıkların Üçüncü Dünya’ya aktarılması işine öncülük etmeli, bu yönelişi desteklemelidir.
|
Dünya Bankası en üst düzey uzmanının düşüncesi, buyruğu ve beklentisi (daha çok kendi sözcükleri ve anlatımıyla) böyle bir mantığa dayanıyor. Bu çizgi, gerçekte, Batı’daki, örneğin ABD’ndeki uygulamanın bu kez küreye yansımasıdır. Bu atıklar Amerika’da Afrika ve Lâtin kökenlilerin doluştuğu güney birlikteş devletleri gibi yörelere bırakılıyordu. Şimdi, Afrika’da Atlantik’e açık eski Fransız sömürgesi Guinea’ya ve Karayip’te Küba’nın deniz-aşırı doğu komşusu küçük Haiti’ye dökülüyor. Avrupa ülkeleri de yakın Afrika topraklarına, bir de uzak Okyanusya adalarına yöneliyorlar.
Dünya Bankasının bu yönlendirmesini açıklayan Britanya dergisi, 15 Şubat 1992 tarihli değerlendirmesiyle, uzmanın anlatım biçimini sert, ama ekonomik tavra dayalı saydığı görüşlerini yerinde bulmuştur. Böylesine bir onay yalnız bir süreli yayın tavrı da değil. Ronald Reagan Beyaz Saray’da görevdeyken Yönetim ve Bütçe Dairesine (OMB) kişi yaşamının dolar temelindeki değeri üstüne araştırma yaptırmış ve çekinceli (riskli) işleri almak zorunda kalan işçilerin değerlerinin büyük bir sermaye kuruluşunnun yöneticisinden daha az değerli olduğunda birleşilmişti. Bu ölçülere göre, çok kazananın az gelirliden, erkeğin kadından, beyazın siyah deriliden daha fazla değeri vardı. Bu yaklaşımı çevre konusuna oturtunca, emeğiyle geçinen işçilerin, siyahların ve yoksulların oturdukları yöreler atıkların bırakılmaları için daha uygundu. Örneğin, siyahlarla Hispanikler topluca görüldükleri yerlerde tüm yerleşiklere oranla beşte-bir düzeyinde olsalar da, durum değişmiyordu.
Bununla bağlantılı olarak, tekelci sermaye çevrelerinin bir savunması da çevre kirlenmesinin ölçüsüydü. Onlara kalırsa, aşırı derecelere varmamıştı. Yıkım diye bir şey söz konusu olsa bile, sonucu beklemek ve önce yıkımı görmek gerekiyordu. Somut sonuçlar doğmadan paçaları sıvamak gereksizdi. Kıyı çevresindeki suların yükseleceği söyleniyorsa, önce bu yükselme gözle görülmeli, sonra kıyıları yüksek duvarlarla çepeçevre sarmak gibi çözümler düşünülmeliydi. Benzer biçimde, Üçüncü Dünya’ya zararı da abartmağa gerek yoktu. Orada da zarar belirlenmeli, onarım yolları sonra gündeme gelmeliydi. Bu türlü savunmaların çevre ağırlıklı uluslararası toplantılardan hemen önce açıklanmaları da birer rastlantı sayılamaz. Düşünce akışını etkileme amacı taşıdığına kuşku yoktur.
Sömürünün her türlüsüyle bağlantılı tekelci sermayenin bu türlü sözcülerinin yukarıda özetlediğim yaklaşımları temelden yanlış ve devekuşlarının başlarını kuma gömmeleri gibi tehlikelidir. Çevre bozulmasını önümüze seren yeterince göstergeler eksik değildir. Geçmişteki iklim değişikliklerinin yeryüzünü ne ufak farklılıklarla hangi noktalara sürüklediğine ilişkin sayısal bilgiler var. Örneğin, kürenin yalnız birkaç derece ısınmasıyla sıcaklık son kırk milyon yılın en sıcak düzeyine ulaşacaktır. Benzer biçimde, son buz döneminde soğukluk bugünkünden gene ancak birkaç derece düşüktü. Havayuvarında karbon dioksit birikimi son iki yüz yıl içinde dörtte-bir oranında artmıştır. Bu artışın yarısı da yaklaşık son elli yıllık bir olaydır. Bireşimli (sentetik) gübrelerin çevreye doğanın yarattığına eşit nitrojen yığdığı da saptanmıştır.
Bu farklılaşmayı küçümseyip sonucu beklemeyi önermek yerine, bunca yüzyıllık uygarlık birikiminin ve yaşamın kendinin sürüp sürmeyeceğini sorgulamak ve önlemler düşünmek daha gerçekçi ve akılcıdır. Sorun bu gidişi yalnız yavaşlatmak değil, tersine çevirmek, geriletmektir. Yoksa, kuraklık, açlık ve benzeri sonuçların türler, yaşam ve kültürlerde yapacağı yıkım onarılmaz ölçülerde olacaktır. Öte yandan, kapitalizm denen oluşumun geçmişinde o düzeni korumak ve genişletmek iste-yenlerin böyle bir onarıma yanaştıklarına ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Bu nedenle, Dünya Bankası sözcüsünün istediği aynı zamanda sermayeci düzenin istediğidir. Kapitalizm kendi düzenini ortadan kaldıracak bir seçeneğe bugüne değin boyun eğmedi. Bundan sonra da, isteyerek kabullenmez.
Ne var ki, sürüp giden yanlışa karşı çıkanlar kendilerini her zaman göstereceklerdir. Çözüm çevrecilerin işçi sınıfının savaşımına omuz vermesinden geçer. Bu temel çözüme kapitalizmin savunucuları ufak tefek değişiklikler ya da toptan karşı koyma yollarıyla cephe alacaklardır. Ama kür-enin çevresel bunalımını dünya çapındaki üretim, dağıtım, uygulama bilimi (teknoloji) ve büyüme sorunlarına değinmeden durdurmak olası değildir. Kapitalizm insanlığın üstünde artık taşınmaz bir yüktür. Yalnız ekonomik, siyasal ve aktöresel nedenlerden ötürü de değil, çevre gereksinimleri açısından da…
Çevrenin geleceği sermaye düzeninin buyurganlığına bağlanırsa, doğanın yakın gelecekte yıkımı kaçınılmazdır. O yolun kilometre taşlarında kişinin de önce özgürlüğü, sonunda yaşamı da noktalanır. Kişiyi de, çevreyi de bu açmaza sokan günümüz küreselleşmesine egemen belirli bir iktisat anlayışıdır. Egemen düzenin kimi kuramcıları bu yorumu “kapitalizmin zaferi”, giderek “tarihin sonu” gibi sunma (ılımlı bir deyimle) öznelliğini (subjektifliğini) göstermişlerse de, aynı yaklaşımın bilimsel gerçekle bir bağlantısı yoktur. Taban tabana çelişkili olduğu bile söylenmelidir. Konumuz temelde çevre olduğundan, neyin tarihin sonu olup olmadığını burada uzunca anlatmak gereksizdir. Buna başka yayınlarımda daha geniş ölçüde değindiğim kanısındayım. Buradaki ana konuya dönersek görürüz ki, kapitalizmin çevreyi baskısı altına alması sonucu, kişi de doğayla birlikte önce özgürlüğünü, çok geçmeden yaşamını bütünüyle yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Sermayeci düzen “özgürlük” kavramını çok sık kullanıyorsa da, bu kullanım insan için de, doğa için de mekaniktir. Böylesine dar bir vurgu kapitalist düzenin kurulmasıyla belirmiş, derinleşmesiyle gitgide yaygınlaşan bir inanca dönüşmüş ve sanki toplumun genel ekininin (kültürünün) ayrılmaz parçası olmuştur. Bu sapmayı doğayla bağlantılı olarak ele alırsak, çevrenin kendi kurallarıyla karşıtlığı hemen belirir. Kapitalist düzen teknolojiden de yararlanarak üretimi arttırmıştır, ama kimi sonuçları yaşamsal bir tehdidi de birlikte getirmektedir.
Öte yandan, her şeyin, yani kişilerin birbiriyle ve çevreyle bağlantısı var. Biz insanlar da kürenin bir ürünüyüz ve onunla bir bütünüz. Bu nedenle, toplum ve onu oluşturan bireylerle doğanın kendi şu sırada egemen olan bir gücün zorlamasına tutsak edilemez. Temelde kâr bağlamında sayısal ve niceliksel bir yapı sanki öncesizlikten sonsuza dek tüm gerçeği simgeliyormuş ve sanki başka bir evrimsel ya da devrimsel seçenek yokmuş gibi kendini zorla kabul ettiremez. Ürün ve hizmet alış-verişinin sürekli olarak aynı biçimde olması gerekmez. Birey olarak kişi, onun tek başına ya da topluca emeği ve çevredeki toprak, hava ile su, üretim araçlarını denetimi altında tutan bir azınlığın “malı” değildir. Halk üretici ve tüketici düzeyine indirilip orada bırakılamaz. Özgürlük de söz konusu azınlığın kendi içinden çıkardığı temsilcilerinden birini ya da ötekini seçmekle sınırlı olamaz. Birey, toplum ve çevre tüm bunları sözde “görünmez eliyle” yöneten bir pazar ekonomisine boyun eğdirilemez. Çevrenin geleceği tarihin ancak belirli bir döneminin ekonomik yapısı elinde oyuncak durumuna indirgenemez.
Yalnızca belirli bir dönemin özelliklerini yansıtan ve onun hizmetindeki ekonomik düşünce çok daha uzun bir geçmiş ve gelecek akışında yerine oturtulmalı ve her bir dönemin kendine özgü koşullarıyla yeni çağlara açılım çelişkileri saptanmalıdır. Günümüz koşullarında kişinin ve toplumun üstündeki denetim düzeneği pazar anlayışıdır. Bu anlayış içinde yaşadığımız dönemin üretim biçiminin yansımasıdır. Kişinin varlığı o pazar örgütlenmesi içinde ona biçilen işlevle ölçülür. Sanki bu işlev doğaldır, kendi kendini düzenler ve insan denetiminin ötesindedir. Ürün pazarda satış içindir ve amaç en yüksek kârı sağlamaktır. Yeni yatırımlar, çoğalan ürünler ve artan kârlar bu sırayla birbirini izler. Bu durumda, ekonomik büyüme bu düzenin ayrılmaz parçası olmak zorundadır. Ancak, büyümeyle ortaya çıkan “pasta” eşit olarak ya da üretenin emeğiyle orantılı biçimde bölüşülmez. Nasıl bölüneceğini kişilerin üretim süreciyle olan bağlantıları belirler. Bu durumda, bir yanda üretim araçlarına da sahip az sayıda sermayeciler, öte yanda da nüfusun büyük kalabalığı yer alır. Birincisi ikincisini bir “mal” gibi kullanır.
Gene aynı sermaye sahibi azınlık doğadan da aynı amaçla yararlanma hevesindedir. Doğanın kendinin bir üretme düzeni vardır, ama insan topluluğuna egemen olan azınlık buna ya az değer verir ya da hiç vermez. Çevre de bir mala indirgenmiştir. Onun özünde toprak durmadan gelir getiren “emlâk hazinesi”, sular her türlü pisliğe yataklık edecek “atık kuyusu”, ormanlar kes-ek-biç üçgeni içinde “kereste koruncağı” durumuna gelmiştir. Aynı azınlık küresel pazar yorumunu öylesine yaygınlaştırmış, her anakara, her bölge ve her belli başlı ülkenin ekinsel ölçüleri içine öylesine dokumuştur ki, sanki çevre sorunlarını da ancak pazar ekonomisinin “sihri” çözebilir, sanki yalnız onun önerileri çözüme götürür. Üretim ve tüketim (geniş kalabalıkların gereksinimlerini dikkate almadan ama kâr öğesinin buyurganlığını izleyerek) durmadan arttıkça, çevreyle çelişki sanki birden ve kendiliğinden ortadan kalkıverecektir.
Tekelci sermaye bu aldatmacasını kâğıda dökmekten ve üsteleyerek savunmaktan geri kalmamıştır hem de zamanlamasını iyi seçerek ve dönüşül (kritik) aşamalarda. Örneğin, Brezilya’nın önde gelen kentlerinden Rio de Janeiro’da 1992’de “Yeryüzü Zirvesi” toplanırken, “Sürekli Gelişme İşveren Kurulu” adlı büyük sermaye örgütünün başkanı (ve İsviçreli dolar milyarderi) Stephen Schmidheiny “Değişen Yön” diye bir kitap yayınlamıştı. Söz konusu kurulda Alcoa, Chevron Oil, DuPont, Mitsubishi, Nippon Steel, Nissan, Royal-Dutch Shell ve Volkswagen gibi en varlıklı çok-uluslu para babalarının temsilcileri vardır.
Schmidheiny’nin kitabı çevre konusuna eğilecek olan Rio toplantısını etkilemek amacıyla hazırlanıp basılmıştı. Yazar bu yayında diyor ki: “Çevre sorunlarıyla en iyi biçimde ‘Serbest Pazar’ düzeni başa çıkar. Sürekli gelişme bu pazarın kapılarını daha da açmasına bağlıdır. Çevre kötüye gidiyorsa bunun nedeni kendi kendini düzenleyen pazar ekonomisi değil, ona birilerinin etkisiyle sınırlar koyma girişimleridir. Çevrede görülen kirlenme gibi zararları işverene değil, tüm topluma ödetmek gerekir. Bu zararın karşılanması işverene de bir ölçüde düşecekse, böylesine beklenmeyen harcamalar düzenin içine yedirilmeli, sermaye sahibi bunu geri alma yollarını bulmalıdır. Bu ek harcamalar üretilen malların ederlerini arttırmak gibi tüketicinin katkılarıyla karşılanmalıdır.” Yıkımın gerçek kaynağı işi yürüten değil, ürünü tüketen kişilerdir. Öte yandan, işveren kuruluşları atıkları azaltmak ve enerji türünde değişiklikler yapmak gibi önlemleri de almaktadırlar. Ancak, çevreyi korumak için konduğu söylenen kurallar serbest pazar düzenine uyar biçime sokulmalıdır. Çevre nedeniyle ticaret kısıtlanmamalı, devlet bu nedenle ekonomik yaşama karışmamalıdır. Devlet adına hareket eden resmî yönetimin görevi iş yaşamına yardımcı olmak, yani pazar düzeninin verdiği işaretleri izleyip ona göre hareket etmektir.
Yukarıdaki tanımlama sermaye düzenini gerçeği hiç de yansıtmayan bir söylence ya da masal biçiminde anlatmaktır. Sanki serbest pazar çevre için biçilmiş bir kaftandır, sanki yan etkileri hiç olmayan dupduru bir akıştır, sanki ekonominin en üstün yapısının güvencesi odur. Giderek, ekonomiyi de, çevreyi de o düzeltecektir.
Gerçekte, herkes “sürekli gelişme”den yana görünüyor. 1992 Rio toplantısı da bu genel kavramı destekler kararlar almıştır. Ama sorun şu noktada düğümleniyor: Sürekli gelişme kime yarayacak? Bu iki sözcüğün ardında bir dünya birliği bile seziliyor. Ancak, öndeki yaftanın gerisine bakıp temel çelişkiyi açığa vurmak zorundayız. Bu iki sözcükten Rio toplantısına katılanların önemli bir bölümü bir şeyi, bu toplantıyı dışarıdan etkilemek isteyen büyük sermaye başka şeyi anlıyor olabilir. Olabilirden de öte, öyle!
Sermaye çevresi onaylanması ilk bakışta daha kolay görünen “sürekli gelişme” sözcüklerini yineliyorsa da, aklındaki yorum kendi anladığı ve ona yarayan düpedüz “ekonomik büyüme”dir. Böyle bir büyüme çevreden ham madde çıkarmayı ve çevreye atık dökmeyi gerektiriyor. Böylesine bir büyümenin çevre üstünde türlü sonuçlar doğuracağı kaçınılmazdır. Zarar belki biraz azaltılır, ama ortadan tümüyle kaldırılamaz. Öte yandan, ekonomik büyümede çok az bir artış olsa bile, doğanın kaynakları çok daha fazla sömürülecek, atıklar azalmayacak, artacaktır.
Büyük sermayenin kimi ikincil derecede yararları olabilecekse de, geniş anlamda çevre sorununu çözme işlevini ne üstlenmekte, ne de onu çözecek güçtedir. Sorun ile çözümün kaynakları da, yöntemleri de ayrıdır. Sermaye düzeninin amacı bir azınlığın kişisel varlığını arttırmak olunca, onun tamamlayıcı amacı ancak çevrenin de daha iyi sömürülmesi olabilir. Güney Kore gibi birkaç Asya ülkesi birkaç yıldır kalkınma örnekleri olarak ileri sürülüyor. Bu Asya ülkeleri, aynı zamanda, ekonomik büyüme ile sürekli gelişme kavramlarının birbirine nasıl karıştırıldıklarına da örnek oluşturuyorlar. Bu ülkelerin başkentleri, örneğin Seoul, kirlenme düzeyi en yüksek olan kentlerin başını çekiyor. Gökten dökülen yağmur neredeyse su değil, asit yağdırıyor. Yapay gübrenin toprağı ve suyu zehirleme oranı dünya ortalamasının tam on üç katı. Suların içinde kabul edilebilir oranın çok üstünde demir, kadmium ve manganez var.
Bu durumda, “çevreyi kurtaralım!” derken ekonomik büyüme ya da sürekli gelişme olmamalı mıdır? Kuşkusuz, olmalı! Ancak, doğru saptanması ve uygulanması gereken gelişme biçimi hem dünya halklarının gereksinimlerine, hem de çevreye uygun olmak zorundadır. Bu çözüm, içinde bulunduğumuz düzeni temelden değiştirmekten geçer. Kapitalizmin tarihinde çoğunluğa yarayan bir büyüme ya da gelişme olmamıştır. Onun yarattığı, “gelişme” adı altında insanın ve çevrenin kötü biçimde değişmesidir. Yıkılması gereken de budur.