Adı şu veya bu, hiç önemli değil; Türkiye’de (“Türkiye” sözünü, geçmiş Türk devletlerini de kapsayacak biçimde anlamak gerekir) resmi devlet teşkilatının dışında devleti kurtarmaya soyunan bazı yapılanmalar her zaman olmuştur. Olması da gayet doğaldır. Zira bu tür yapılanmalar, tarihin her döneminde ve her devlette olmuştur. Devlet kurumlarının zaafa düştüğü durumlarda veya devletin resmi kimliğini kullanarak yapamayacağı bazı işlerde, bu tür yapılanmaların önemli bir misyon üstlendikleri kesindir. Dediğimiz gibi bu tür yapılanmaların olması da normaldir. Esasen normal olmayan, bu tür yapılanmaların olmamasıdır. Çünkü bu tür yapılanmalar, bir nev’i devletin sigortası ya da jeneratörü gibidir. Enerji fazla geldiğinde bu sigorta atar, yetersiz olduğunda ise jeneratör gibi otomatikman devreye girer.
Ancak burada ince bir çizgi vardır. O çizgi, bu tür devlet dışı yapılanmaların, devletin bilgisi dâhilinde ve devletin izin verdiği veya uygun gördüğü çerçevede fonksiyon icra etmeleri esas olmalıdır. Bu çizgi ve çerçeve aşıldığında ve bu tür yapılanmalar, kendilerini devletin yerine ikame etmeye kalkıştığında problemler başlar ve bu durumda söz konusu yapılanmalar, legallikten çıkıp illegal duruma dönüşürler. O zaman devletin, kendi kontrolünden çıkan bu tür yapılanmalarla mücadele etmesi zorunluluk haline gelir…
Türk Tarihi tetkik edildiğinde görülecektir ki; bu tür yapılanmalar hemen her devirde olmuştur. Bu tür yapılanmaların bilinen ilk örneklerinden birisi Hun Prensi Çiçi (öl. M.Ö.36) liderliğindeki örgütlenme, diğeri ise Göktürk Prensi Kürşad (öl. M.S. 639) liderliğindeki yapılanmadır. Çinlilere karşı yaklaşık 7 asır arayla verilen ve Türk İstiklal mücadelelerine örnek teşkil eden bu iki olayda, Çiçi ve Kürşad’ın etrafında oluşan yapılanmaların çok büyük rolü olmuştur. Bidayette Ergenekon Destanı’nda anlatılan olaylar da böyle bir yapılanmaya işaret etmektedir. Zira Ergenekon Destanı’na göre; Çin’in uyguladığı soykırımdan (genosit) kaçan az sayıdaki Türk, bir tedbir olması bakımından öncelikle başlarındaki bir Türk prensinin liderliğinde Ergenekon adını verdikleri derin bir vadiye çekiliyorlar. Orada yıllarca kalarak çoğalıyorlar ve sayıca yeteri kadar güçlendiklerini anlayınca yine başlarındaki prensin liderliğinde ve Asena, Aşina, Gök Börü ya da Börteçine adı verilen dişi bir kurdu izleyerek vadiden çıkıp etrafa yayılıyorlar…
Bu tür yapılanmaların bir diğer tipik örneği ise Osmanlı’nın son yıllarına damgasını vurmuş olan Teşkilat-ı Mahsusa isimli örgüttür. Bu örgüt, İttihat ve Terakki Partisi içinde daha sonra Harbiye Nazırı olarak devletin iplerini eline geçirecek olan Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulmuş, Süleyman Askeri Bey ve Kuşçubaşı Eşref tarafından sevk ve idare edilmiştir. 1911 yılında sesini duyuran örgüt, özellikle Trablusgarp ve Bingazi Savaşları ile Balkan Savaşları’nın icrasında büyük rol oynamış, Edirne’nin Bulgarlar’dan geri alınması ve Batı Trakya Türk Devleti’nin kurulmasında son derece etkin olmuştur. Ayrıca Teşkilatın lider kadrosundan Süleyman Askeri Bey Irak cephesinde, Kuşçubaşı Eşref Bey ise Arap ayaklanmasının önlenmesi konusunda büyük çaba sarf etmişlerdir. Teşkilat 1918 yılında tasfiye edilmiştir…
Mustafa Kemal Paşa liderliğinde yürütülen Milli Mücadele’yi de yine genel anlamıyla devlet dışı bir örgüt tarafından yürütülen mücadele olarak kabul etmek durumundayız. Zira 9. Ordu Müfettişliğinden istifa eden Mustafa Kemal Paşa, her türlü resmi unvandan sıyrılmış vaziyette, halkın içinde ve halktan biri olarak mücadele vermiştir. O, bir Osmanlı Paşası kimliğiyle değil, sivil bir örgütlenme olan Anadolu ve Rumeli Müdafi Hukuk Cemiyeti’nin başkanı sıfatıyla hareket etmiştir. Ve verilen Milli Mücadele sırasında İstanbul’da şeklen de olsa bir devlet, bu devleti sözde yöneten bir padişah ve hükümet vardır. Çünkü son Yunan askerinin denize dökülmesinin tarihi 9 Eylül 1922, Saltanatın kaldırılma tarihi ise 10 Kasım 1922’dir…
Devlet dışı bu tür yapılanmalarda milliyetçilik, vatanseverlik, yiğitlik ve kahramanlık (serdengeçtilik) gibi duygular ön plandadır. Nitekim yukarıda ismi geçen kişilerden Çiçi Han, M.Ö.36 yılında maiyetindeki 1518 kişi ile birlikte, Kürşad ise beraberindeki 39 arkadaşı ile birlikte (M.S. 639’da) Çinliler tarafından kılıçtan geçirilmişlerdir. Çiçi ve Kürşad, Türk Devleti ve Türk Milleti adına kendilerini feda eden birer kahraman, yani serdengeçti olarak tarihe geçmişlerdir. Teşkilat-ı Mahsusa lideri Süleyman Askeri Bey ise gönüllülerden oluşturduğu “Osmancık” isimli taburu ile İngilizlere karşı Basra’yı savunmaya çalışmış, ancak başarısız olunca intihar etmiştir(14 Nisan 1915).
Devlet dışı bu tür yapılanmaların devlet idaresinde etkin oldukları, bir noktaya kadar elbette kabul edilebilir. Ancak bu etki, devlet idaresine ve idarecilerine baskı şeklinde değil, tavsiye, telkin ve bilgi sağlama (istihbarat) şeklinde olabilir. İşin rengi değişip bu etki, baskı şekline dönüşürse, zaten ipin ucu kaçmış ve bu tür yapılanmalar devletin kontrolünden çıkmış demektir. Dolayısıyla bu noktadan sonra bu tür örgütlerin ortak adı çete veya terör örgütüdür.
***
Gelelim asıl meseleye. Yani devrin Başbakanı Bülent Ecevit’e “Çekil Baskısı” yapıldı mı sorusunun cevabını bulmaya? Malum; geçtiğimiz günlerde Rahşan Ecevit’in yönlendirmesi sonucu Ecevitlerin manevi evladı ve Rahşan hanımın sipariş milletvekillerinden birisi olan Recai Birgün ile DSP Lideri Zeki Sezer tarafından “Ecevit’e çekil baskısı yapıldı” anlamına gelecek biçimde bazı açıklamalar yapıldı. Hatta Merhum Bülent Ecevit’in koruma müdürlüğünü de yapan Recai Birgün işi biraz daha ile götürüp, “Ecevit’e suikast girişiminde bulunulacağı yönünde istihbarat aldıklarını, o tarihten sonra iki adet makam aracı kullanmaya başladıklarını ve güzergâh değiştirdiklerini, değiştirilen güzergahların birisinden silah sesleri geldiğini ve bunun mafyalar arası bir çatışma olduğunu duyduklarını…” da söyledi.
Var olduğu söylenen Ergenekon benzeri bir örgüt tarafından Merhum Ecevit’e çekil baskısı yapılıp yapılmadığını elbette bilemeyiz. Ancak durduk yerde böyle bir iddianın ortaya atılmasını, biz, DSP içi bir hesaplaşma, Rahşan hanımın bir entrikası ve Merhum Ecevit’in ölüsü üzerinden siyasi rant sağlama girişimi olarak yorumluyoruz. Koalisyon hükümeti öncesinde MHP için “Ellerinde kan bulaşığı bulunan kişilerle koalisyon kuramayız!” anlamında laflar ederek şimşekleri üzerine çeken, girişimleri sonucu çıkarttırmış olduğu geniş kapsamlı afla birçok teröristi sokağa salan ve ilave canların yanmasına yol açan Rahşan Ecevit, anlaşılan yeni siyasi entrikalar peşindedir. Zaten Merhum Ecevit’i vaktinden önce mezara koyan da bu hanımefendinin siyasi kaprisleri, hırsları, çevirmiş olduğu entrikalar olmuştur…
“Peki, Merhum Bülent Ecevit’e bir şekilde ‘Çekil Baskısı’ yapılmış mıdır?” şeklinde sorulacak bir soruya vereceğimiz cevabımız şudur: “Evet merhum Ecevit’e ‘Çekil Baskısı’ yapılmıştır. “Peki, bu baskıyı kim ya da kimler yapmıştır?” Sorusunun cevabına gelince; Ecevit’e çekil baskısını:
1- 4 Nisan 2001 günü Başbakanlığın önüne gelerek “Başbakanım ben bir esnafım, işte bu da yazarkasam” diye bağırdıktan sonra elindeki yazarkasayı Merhum Bülent Ecevit ve manevi oğlu Hüsamettin Özkan’a doğru fırlatan bakkal Ahmet Çakmak isimli esnaf yapmıştır!
2- Yaşanan ekonomik kriz sebebiyle 4 Nisan 2001 günü “Hükümet İstifa” sloganları eşliğinde Ankara-Samsun karayolunu trafiğe kapatan Siteler Esnafı yapmıştır!
3- 07 Ağustos 2001 Çarşamba günü Başbakanlığın kapısına tankerle yüklenen ve “Açım” diye bağıran kamyoncu Kazım Gemalmaz yapmıştır!
4- Koalisyonun en küçük ortağı olmakla birlikte sürekli en büyük ortağı gibi davranan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz yapmıştır!
5- 30 Haziran 1997 tarihinde kurulan 55.Hükümetle birlikte Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan ve Ecevit sayesinde 5 yıl gibi uzun bir süre bu görevde kalmakla birlikte Başbakan olma sevdasına kapıldığı için Temmuz 2002‘de DSP’den istifa edip Yeni Türkiye Partisi‘nin başına geçen, sonra da yalnız kaldığı için kahrından ölen merhum İsmail Cem yapmıştır!
6- Ecevit’in gölgesi ve Gölge Başbakan gibi unvanlarla anılırken Ecevit’e yaranma adına Cumhurbaşkanı’na Anayasa kitapçığı fırlatmak suretiyle ülkeyi ekonomik ve siyasi kaosa sürükleyen, sonra da hamisi ve velinimeti Ecevit’e ihanet ederek Temmuz/2002’de DSP’den istifa edip Yeni Türkiye Partisi’ne geçen, Halk Bankası’ndaki yolsuzluk iddiaları yüzünden yargılandığı Yüce Divan’dan kıl payı(5’e karşı 6 oyla) yakasını kurtaran Hüsamettin Özkan yapmıştır!
7- Ecevit tarafından büyük umutlarla ve kurtarıcı olarak Türkiye’ye getirilip 3 Mart 2001 tarihinde ekonominin dümenine geçirilmekle adeta tek başına hükümet gibi davranan ve bu tavrıyla Enis Öksüz gibi bazı MHP’li bakanların görevden azledilmelerine sebep olarak koalisyonun çatırdamasına yol açan, Ağustos/2002 tarihinde de Ecevit’ten ayrılarak Yeni Türkiye Partisi’nin kuruluşuna katılan Kemal Derviş yapmıştır!
8- 18 Nisan 1999 Genel Seçimlerinde DSP’ye 6.900.322 adet oy verip, %22.17 ile birinci parti yaparak iktidara getirdiği halde, 3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde sadece %1.22’e tekabül eden 384.009 oy vermek suretiyle barajın altına atan Türk Halkı yapmıştır!
İşte size Merhum Ecevit’e “Çekil Baskısı” yapan suçlulardan belli başlıları. Yoksa kuruluşunda her zaman TSK’nın dahli ve desteği olduğu söylenen ve başta dönemin Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ve komuta heyetinin sınırsız desteği olan hükümete ve bu hükümetin başı olan Merhum Ecevit’e hangi güç ve kudret çekil baskısı yapabilir diki? Dolayısıyla; geçin şimdi siz Rahşan Ecevit’in siyasi entrika peşinde koşarken yapmış olduğu sayıklamaları. Bu hanımefendinin çıkışları, dikkate almaya bile değmeyecek türden çıkışlardır.
***
Peki, “Çekil Baskısı”na maruz kaldığı ve tüm baskılara rağmen siyasi kararlılık ve direnç göstererek ülkeyi siyasi krizden kurtardığı söylenen Merhum Bülent Ecevit, son günlerinde nasıl bir başbakandı? Bu sorunun yegâne cevabı “Yatak Döşek Başbakan”dı şeklinde verilecek bir cevaptır. Çünkü merhum son günlerinde sürekli hastanede idi. Kendisi hastalığı sebebiyle yürüme kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiş ve ayaklarını adeta sürüyerek yürümeye çalışıyordu. Başbakanlık binasındaki makam odasına yürüyerek çıkamadığı için şahsına özel bir asansör yapılmıştı. Başbakanlığın yanındaki Vekâletler Caddesi iki başına konulan beton bloklarla araç trafiğine kapatılmıştı. Hükümeti, büyük ölçüde Başkent Hastanesi’ndeki özel odasından idare ediyordu! Bazen hastanenin penceresine çıkar dışarıdaki kalabalığa el sallardı. Ancak sallanan elin merhum Ecevit’e ait olup olmadığı bir muamma idi! Bu el, ya Ecevit mavisi gömlek giyen başka birine aitti, ya da Ecevit’in arkasında, kolunun selamlar gibi sallanmasını sağlayan bir düzenek veya başka birinin eli vardı!
Clinton’la yapmış olduğu görüşme ve AB Toplantısı’nda çekilen aile fotoğrafı sırasındaki tavrı, Türk Milleti’ni rencide edecek şekilde idi. Bill Clinton, genç ve çivi gibi bir adam olduğu halde, kıçının kenarıyla bir koltuğun kenarına (kolçak kısmına) ilişmiş, elleri avret yerinin üzerinde birleşmiş vaziyette karşısında iki büklüm ve esas duruş vaziyetinde bir şeyler anlatmaya çalışan Ecevit’i dinliyordu! Bu görüntü, her Türk çocuğu gibi beni de derinden üzmüştür. O anda hem Merhum Ecevit’e, hem de Büyük Türk Milleti’ne acımış ve “Vah anam vah, ne günlere kaldık!” demişimdir.
Merhum Ecevit, aynı rencide edici durumu, bir AB toplantısında da yaşatmıştır bu millete. Galiba Türkiye’nin AB’ye adaylığının resmen kabul edildiği toplantıda olacak; aile fotoğrafının çekilmesi sırasında protokol birkaç adım geri çekilmek durumunda kalmış, bizimki bu hareketin farkında olmadığı için tek başına önde kalakalmıştır! “Süt Kardeşler” isimli sinema filmindeki Şaban (Kemal Sunal) pozisyonunda kalan Merhum Ecevit’i, bir AB yetkilisi kolundan tutarak geri çekip sıraya yerleştirmişti. İşte ben, bu manzara karşısında da milletim adına “Vah anam vah!” çekmişimdir.
Sırf bu iki manzaraya şahit olmuş bir Türk vatandaşı olarak, Başbakanlığın merdivenlerini koşar adım çıkan, President Bush başta olmak üzere; yabancı devlet ve hükümet başkanlarının yanında ayak ayak üstüne atarak oturan, ellerini önündeki masanın üstüne yayarak oturduğu yere hâkim olduğunu gösteren, yabancı devlet ve hükümet başkanlarının elini sıkarken, muhataplarının elini her iki eliyle alttan ve üstten kerpeten gibi kavrayarak üstün duruma geçen ve onların omuzlarına vurmak, sırtlarını okşamak ve kollarına girmek suretiyle en azından onlarla eşit seviyede olduğunu gösteren Sayın Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a sonsuz teşekkürler ediyorum. Sayın Erdoğan’ın boyunun, birçok Avrupa liderinin boyundan uzun olması ise bana tarifsiz keyif veriyor. Sayın Erdoğan, keşke biraz alçak gönüllü, hoşgörülü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine ve hassasiyetlerine karşı çok daha dikkatli ve ölçülü olabilseydi. Keşke zaman zaman duygularına yenilmeyip aklını ön plana çıkarabilseydi. İşte bu takdirde Türkiye’nin özlemini duyduğu ve çok daha geniş kesimlerce hüsnü kabul gören bir lider olması içten bile değildi…
Yazımızın burasında, kovulmuş gazeteci Emin Çölaşan’ın, “Çekil baskısı”na maruz kaldığı iddia edilen Merhum Bülent Ecevit hakkında 02.07.2002 tarihinde yazmış olduğu “Ecevit’in bilinmeyenleri (Acı gerçekler)” başlıklı yazısına yer vermeyi uygun buluyoruz. Zira bu yazı, pek çok siyasi otorite ve yazar tarafından Ecevit üzerinde var olduğu söylenen “Çekil Baskısı” için bir milat olarak kabul edilmektedir. Rahşan hanımın kulakları çınlasın; söz konusu yazısında şöyle diyor Emin Çölaşan:
“Sevgili okuyucularım, bugün size aktaracağım her şey doğrudur.
Lütfen dikkatle okuyunuz.
Ecevit’in yapılan tetkiklerinde şu sonuca varılıyor:
Beyin, kalp, böbrek ve karaciğer son derece düzgün. Kan değerleri çok düzgün. Sanki 10 yaşında sağlıklı bir çocuğun değerleri. Şeker, lipit, kolesterol ve diğerleri çok iyi.
Şimdi diğer gerçeklere gelelim. Bülent Bey 78, Rahşan Hanım 81 yaşında. Evlerine kimseyi almıyorlar. Yemek yapacak, ortalığı toparlayacak bir yardımcıları yok. Devletin verdiği hemşireyi bile eve almıyorlar. Hemşire nöbet kulübesinde bekliyor. Rahşan Hanım’ın da yaşlılık sorunları var. O haliyle kocasına bakamıyor, temizliğine özen gösteremiyor.
Bülent Bey ilaçlarını düzgün almıyor, alamıyor. Örneğin, 2 saatte bir alması gereken bir ilacı var. Bu ilaç düzenli alınacak ki, beyinle dil arasındaki ilişkiyi kursun ve düzgün konuşabilsin. İlaç düzenli alınmıyor.
Doktorların eve gelmesini istemiyorlar. Bülent Bey yatakta olması gerekirken, kapıyı çoğu zaman o açıyor. Rahşan Hanım içeriden sesleniyor:
‘‘Ayy, ben iş yapıyordum, zili duymamışım.’’
Bülent Bey’e bacağındaki arıza için kasığına kadar özel çorap verilmiş. Kapıyı bir açıyor ve çorap ayak bileklerinde. Çelik korse çözülmüş. Doktorlar ne yapsın, belki çıldırma aşamasına geliyorlar ve çok kibarca uyarıyorlar.
Hastaneye yattığında bütün derisinde kabarmalar ve lekeler var. Cildiye uzmanları bunları önce bir hastalık zannedip incelemeye alıyor. Sonra görülüyor ki, bunlar iyi yıkanmadığı, iyi temizlenmediği için oluşmuş şeyler. Hastanede her tarafı güzelce yıkanıp paklanıyor, pamuklarla siliniyor. Cildinin temizlik sonrası aldığı renge Rahşan Hanım bile şaşırıyor… ‘‘Meğer senin ne güzel tenin varmış Bülent’’ diyor.
Bülent Bey’in iyice uzamış ve bakımsız kalmış el ve ayak tırnakları da hastanede güzelce kesiliyor, temizleniyor. Ellerine bir güzellik geliyor, ayakları rahat ediyor.
* * *
Şimdi işin daha vahim bir boyutuna geliyorum. Başbakan’ın, hastaneye geldiğinde resmen ‘‘AÇ’’ olduğu görülüyor. Eksik ve yanlış beslendiği ortaya çıkıyor. Evinde yıllarca tek taraflı -çoğunlukla çay, bisküvi, kuru şeyler- ile beslenmiş. Bu durum kan tahlillerinde açıkça ortaya çıkıyor. Bu ‘‘açlık’’ ve tek taraflı beslenme nedeniyle, verilen bazı ilaçlar etkili olmuyor. Hastanede sıkı ve düzenli bir beslenme rejimi uygulanıyor. Sebze, meyve, diğer gıdalar, vitamin ve mineraller veriliyor. İlaçları düzenli içiriliyor ama bu düzen, eve çıkınca yine kaybolup gidiyor.
Akıllarda, aylardan beri bir soru var:
Ecevit bu durumuyla başbakanlık yapabilir mi?
Bu sorunun yanıtı şöyle veriliyor:
‘‘Beyinsel olarak yapabilir ama tekerlekli sandalye kullanması ve yanında sürekli doktorlar olması koşuluyla.’’
Neden tekerlekli sandalye? Doktorlar en çok kalça kırığından korkuyor. Evinde düşüp kalçasını bir kırsa, iş bitti. Sonrasını doktorlara sorun! Kemikleri kırılmaya zaten uygun. Ama kalça kırığı en kötüsü. Bu olursa, geriye dönüş yok. Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne son gidişinde bu yüzden arka kapıdan girip çıktı… Çünkü 7 basamaklı ön merdivenlerde yine de düşme riski vardı. Şimdi her önlem, kalça kırığını önlemeye yönelik.
Evindeki düzen belli. Ortalık dağınık ve karışık. İçeriye kimseyi almayan, yeterince bakılmayan, beslenmeyen, temizlenmeyen, ilaçlarını düzgün almayan bir Başbakan ve yanında onu yönlendiren, her şeye karışan, pek çok yanlış yapan ve yaptıran 81 yaşındaki inatçı ve hükmedici karısı!
Yetkili kimseler bu açıdan şu değerlendirmeyi yapıyor:
‘‘Dışarıdaki yaşamı, belki evdekinden daha güvenli olabilir… Çünkü dışarıda iken yanında hep birileri var. Bu durumda düşüp kalçayı kırma riski evdekine göre daha az.’’
* * *
Sevgili okuyucularım, yukarıda çok özetle aktardığım ve hepsi de gerçek olan şu tablo, insanı gerçekten üzüyor…
Ve lütfen biliniz ki, bazı şeyleri yazmadım. İnsan olarak yazmaya elim varmadı.
Ortada fiziksel bir hastalık tablosu var. O kesin.
Ancak ortada bir de ailenin yaşam biçiminden kaynaklanan ve Türkiye’yi etkileyen psikolojik tablo var ki, hem bozuk, hem de çok daha acı ve üzücü.
Belki de öncelikle çözülmesi, tedavi edilmesi gereken hastalık tablosu bu! ().
***
Emin Çölaşan’ın “Ve lütfen biliniz ki, bazı şeyleri yazmadım. İnsan olarak yazmaya elim varmadı.” diyerek yazmaya çekindiği hususların neler olabileceğini tahmin edebilmeniz açısından eklemek gerekirse:
Şu anda 83 yaşında olan çok yakın bir akrabam var. Bundan yaklaşık 15 yıl önce prostat ameliyatı olmuştu. Belki de doktorların hatası yüzünden idrar akıntısı bir türlü kesilmedi. Adamcağız baktı olacağı yok, ilkel yöntemlerle plastik deterjan kutusundan penisine bir kılıf yaptı! Kılıfta biriken idrarı ise kılıfın ucundan paçasına kadar uzanan hortumun ucundaki musluğu açarak tahliye etmek suretiyle hayatını idame ettirmeye başladı. Yaklaşık üç sene önce bu kez de felç oldu ve yataklara düştü. Üç yıldır yatalak. Konuşamıyor da garibim! Sadece ağlamaya yetiyor gücü! Şimdi altına bebekler gibi pet bağlanıyor. Allah’tan memur emeklisi olması sebebiyle Devletin koruması altında da bakanları maddi yönden sıkıntıya düşmüyorlar. Daha doğrusu düşmüyoruz! Ya bir de pet alacak parayı bulamasalardı ne yaparlardı bu garipler! Yani bulamasaydık ne yapardık biz?
Ağır aksak konuşmak ve ayaklarını sürüyerek de olsa az çok yürümek dışında bizimkiyle hemen hemen aynı durumdaki bir adamın koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ne başbakanlık yaptığını düşünsenize bir! Böyle bir adamın, Zigetvar Seferi (1566) sırasında öldüğü halde siyasi karışıklık çıkmasın düşüncesiyle Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından atının üstüne bağlanarak yaşıyor görüntüsü vermeye çalışılan Kanuni Sultan Süleyman’dan farkı var mıdır sizce? İşte böyle bir adama “Sayın Başbakan, hem kendi sağlığınız, hem de ülkenin sağlığı için artık köşenize çekilmeniz faydalı olacaktır…” şeklinde yapılmış olması muhtemel dostane tavsiyelerin “Çekil baskısı” olarak yorumlanması ve bundan siyasi rant elde edilmeye çalışılması ne hazin bir durumdur!
01.08.2008
Ömer Sağlam
Bir yanıt yazın