“TARAF” GAZETESİ, “YANLIŞ CUMHURİYET” ve YANITLAR
Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı
“TARAF” gazetesinin 23 Haziran 2008 tarihli sayısında, Neşe Düzel’in,
Sevan Nişanyan adlı bir Ermeni ile yapmış olduğu söyleşi var. Bu
Ermeni yazarın “Yanlış Cumhuriyet” adlı bir kitabı da yayımlanmış.
O kitaptaki, şu gaflet, dalalet, ihanet ve düşmanlık dolu cümleler,
söyleşide öne çıkarılmış:
Atatürk, mutlak iktidarı terk edebilirdi, ama etmedi. Memlekette her
meydana
heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Bu putlaştırma hâlâ süren
bir ‘kültürel-siyasi’ yıkım getirdi.”
“Cumhuriyet, ‘gerçek laikliği’ getirmedi. Bizde laiklik tasfiye
hareketiydi. Dinin, devletin mutlak gücünü kısıtlama potansiyeli
‘laiklikle’ yok edilmek istendi. Çünkü amaç laiklik değil, mutlak
iktidardı.”
“Emperyalizme karşı savaştığımız yönünde hayret verici görüşü,
1960’larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli icat etti. Aslında Kurtuluş
Savaşı, Türkiye-Yunanistan savaşıdır. İki ülke arasında büyük bir
savaş yaşandı.”
“Cumhuriyet, diktatörlüğün kod adıdır. Cumhuriyete demokrasi için
değil, şahıs diktatörlüğü için geçildi.”
“Kurtuluş Savaşı, Sevr’e tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı’na bir
tepkidir. Sevr, Meclis açıldıktan sonra yapıldı.”
“1918’de kadınlar tesettürü bıraktı. Ankara bu değişime inanılmaz bir
taassupla karşı çıktı. Tesettürü savundu.”
“Atatürk milliyetçiliği 1920’ler faşizmidir. Kurtuluş Savaşı’nda ise
İslami cihat üzerinden hareket etti bu milliyetçilik.
” İngiltere’nin Türkiye’ye karşı hazırlattığı “Mavi Kitap” olarak
bilinen ve sözde “Ermeni Soykırımı” olduğuna dair kitaptan belki de
daha çok yalancılık, düzenbazlık, iftira dolu bu sözümona “kitaptaki”
iddialara karşı, çok kısa yanıtlar verelim:
“Atatürk, mutlak iktidarı terk edebilirdi, ama etmedi. Memlekette her
meydana heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Bu putlaştırma
hâlâ süren bir ‘kültürel-siyasi’ yıkım getirdi.” deniliyor.
Mustafa Kemal iktidarı niçin terkedecekti? Türkiye’yi emperyalist ve
sömürücü güçlere teslim etmek için mi? Mustafa Kemal’i TBMM seçerek
iktidara getirmedi mi? “Yazar”ın bu Bu beyanının üzerinde durmaya bile
değmez.
Ancak, “memlekette her meydana heykelini diktirme işiyle şahsen
ilgilendi v.s.” gibi tamamen yalana dayalı olan iddia ve “putlaştırma,
siyasal ve kültürel yıkım” iftirası, insanın midesini bulandırıyor.
Bu cümle bana, Çetin Altan’ın oğullarından birisinin “tek heykelli
ülke olarak sadece Türkiye kaldı” biçimindeki düşmanca ifadesini
anımsattı.
Bu konuda çok somut bir örnek verelim: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
bir zamanlar “Anıtkabir’e çıkıp sap gibi saygı duruşunda bulunmaya
karşıyım” diyordu; bugün, hem Anıtkabir’e çıkıp saygı duruşunda
bulunuyor hem de her gittiği yerde kendi posterininin hemen yanına
Atatürk posterini taktırıyor…
“Cumhuriyet, ‘gerçek laikliği’ getirmedi. Bizde laiklik tasfiye
hareketiydi. Dinin, devletin mutlak gücünü kısıtlama potansiyeli
‘laiklikle’ yok edilmek istendi. Çünkü amaç laiklik değil, mutlak
iktidardı.”
Böyle saçma iddialarda bulunanlar, i n s a n için en değerli rejim
olan Cumhuriyeti değil, Osmanlı zamanındaki “Millet sistemi”ni
isteyenlerdir.
Böylece devlet içinde devlet olma imtiyazlarını yeniden elde
edebilsinler ve siyasal harekât buyruklarını da Kiliseden alabilme
fırsatını yeniden yakalasınlar… Bir zamanlar Kıbrıs’taki Makarios
misali…
Din adamlarını siyasetin başına dikmek isteyen zihniyet, ne laikliği
benimser ne de Cumhuriyeti…
Laiklik sadece devlet işlerini din işlerinden ayırmak değil, aynı
zamanda kişinin kendi aklını kullanabilme ve din adamlarının
cenderesinden kurtulabilme ilkesidir. Bireyin Aydınlanma fırsatını
bulabilmesinin temel güvencesidir.
Laikliğe karşı olan herkes, devleti dînî kurallarla yönetmek isteyen
fanatizm ve diktatörlük heveslileridir.
Zaten bu sözde “yazar” da beslediği emeli şu cümlelerle ortaya
koymaktadır:
“… Dinin, devletin mutlak gücünü kısıtlama potansiyeli ‘laiklikle’ yok
edilmek istendi”.
“Emperyalizme karşı savaşıldığını, 1960’larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri
Belli icat etti. Aslında Kurtuluş Savaşı, Türkiye-Yunanistan
savaşıdır. İki ülke arasında büyük bir savaş yaşandı.”
Emperyalizme karşı savaşma konusundaki pek dangalakça ve ahmakça
iddiaya ve benzeri saçmalıklara yanıtı, UNESCO 1979’da vermiştir:
UNESCO’NUN ALDIĞI KARAR
Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. yılına rastlayan 1981 yılının
tüm dünyada Atatürk’ü Anma Yılı ilan edilmesi için, 1979’da UNESCO
Genel Kuruluna katılan 156 ülkenin temsilcisinin oybirliği ile kabûl
edilen karar şöyle:
“Mustafa Kemal ATATÜRK
– Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişidir,
– Olağanüstü bir devrimcidir,
– Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaşmış olan bir Önderdir,
– İnsan haklarına saygılıdır,
– Dünya barışının öncüsüdür,
– İnsanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz
devlet adamıdır,
– Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur” .
Bu karara herhangi bir ekleme yapmaya gerek yoktur sanırım…
“Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı değil, Yunanistan’a karşı yapıldı”
iddiasına gelince, Çanakkale Savaşı’ndan itibaren 30 Ağustos 1922’ye
kadar topraklarımızı işgal eden emperyalist ülkeler ve onların
uşakları değil miydi?
İngiltere, Fransa, İtalya paylaşmamış mıydı topraklarımızı Sevr planıyla?
Yunanlıları dışardan Ermenileri içerden her türlü silahla donatan ve
katliam yaptıranlar emperyalist ülkeler değil miydi?
“Cumhuriyet, diktatörlüğün kod adıdır. Cumhuriyete demokrasi için
değil, şahıs diktatörlüğü için geçildi.”
Şu iğrenç iddiaya ve iftiraya bakınız. Aklı başında olan her i n s a n bilir ki,
eğer Mustafa Kemal diktatörlük heveslisi olsaydı,
kendisini hem Padişah hem de Halife ilan ederek, dünyanın en azından
üçte birine hükmetmeyi gerçekleştirmez miydi?
“Kurtuluş Savaşı, Sevr’e tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı’na bir
tepkidir. Sevr, Meclis açıldıktan sonra yapıldı.”
Sevr’i, Kurtuluş Savaşı’na bir tepki olarak gösterme konusundaki
maskaralığa gelince, Sevr’i anlayabilmek için önce Mondros’u bilmek
gerekir.
Okuma yazması olan ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihiyle ilgilenmek
isteyen her i n s a n, önce Mondros’u okumalıdır, ki Sevr’i ve
Sevr’i planlayan emperyalist güçlerin kimliğini daha iyi anlayabilsin…
“1918’de kadınlar tesettürü bıraktı. Ankara bu değişime inanılmaz bir
taassupla karşı çıktı. Tesettürü savundu.”
Aslında, bu dayanaksız iddiaya yanıt vermeye bile gerek yok, ancak bir
cümleyle gerçeği dile getirmek gerekiyor:
Tesettürü savunan bir Devrimci, Türk Devrimi’nin halkalarına “Kılık
Kıyafet Devrimi”ni ekler miydi?
“Atatürk milliyetçiliği 1920’ler faşizmidir. Kurtuluş Savaşı’nda ise
İslami cihat üzerinden hareket etti bu milliyetçilik.”
Bu aymazlık, bana, Anti Kemalist Partinin Genel Başkan Yardımcısı
Dengir Mir Mehmet Fırat’ın 1 Kasım 2003’te TRT’nin “Televizyon
Gazetesi” adlı programında sarfettiği, gaflet ve dalalet dolu, Sevan
Nişanyan’ın bu sözlerine paralel, bir benzetmesini anımsattı. Dengir
Mir o programda, Atatürk Milliyetçiliğini Mussolini ve Hitler
faşizmine benzetmişti… Düşündürücü değil mi?
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yaşamında en geniş yer tutan ilke
Milliyetçiliktir. Bugün, Almanların ırkçı siyasetinden dolayı çeşitli
Batı ülkelerinde, ama özellikle de günümüz Almanyası’nda bazı çekimser
tavırlara ve yanlış yorumlara neden olan “Milliyetçilik” kavramı,
ATATÜRK TÜRKİYESİ için özetle şu anlamlara gelmektedir:
1.Çok uluslu Osmanlı Imparatorluğundan vazgeçme. Hem de özellikle
Birinci Dünya Savaşının galibi Batılı emperyalist devletlerin nüfuz
alanları ve sömürgeci siyaset güttükleri yıllarda.
2.Panturanizm ve Panislamizm fikrini reddetme.
3.”Ulusal Dikdörtgen” içinde (bugünkü Türkiye’nin haritasını
kastediyorum) ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık.
Bu konuda, Mustafa Kemal’in olağanüstü haklı gerekçesi şudur: “Çünkü,
günümüzde dünya ulusları sadece bir egemenlik türü tanıyor, o da
ulusal egemenlik”
4.Yurttaşlık bilincinin oluşturulması ve ümmetçiliği reddetme.
5.Yurttaşlık bilinci ancak ulus devletlerde olabilir. Kurtarılmış ve
kurulmuş bir ülke, bir ulus ve bir devlet ile özdeşleşme ancak
milliyetçilikle mümkündür
6.Saldırganlığı ve yayılmacılığı asla hedef edinmeyen ve dünya
yüzündeki tüm uluslarla kardeşçe ve barış içinde yaşamayı ilke edinen,
yeni bir vatanseverlik duygusunun başarılması
7.Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin ne ırka, ne de dine, ancak kültüre
dayandırılması
8.İmparatorluktan kalan tüm etnik gruplara eşit haklarla birarada
barış içerisinde yaşama olanağının sağlanması
9.ATATÜRK’ün Millet kavramı, ortak kültüre ve ortak tarihe dayanan
hümanist bir kavramdır, ırkçı bir kavram değildir.
10.ATATÜRK “Ne mutlu Türküm diyene” özlü sözüyle, yeni devletin
yurttaşlarında yeni bir özgüven ve millî değerlere sahip olma bilinci
uyandırmıştır
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Milliyetçilik” ilkesi yine O’nun tanımıyla
şu formülde aranmalıdır: YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ…
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’nin dünya barışı için bir tehlike olmadığının
en açık ve kesin kanıtı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1932’de
Milletler Cemiyeti’ne üye edilmek üzere resmen davet edilmiş
olmasıdır.
ATATÜRK, “Medenî Bilgiler” adlı kitabın, kendi el yazısıyla yazmış
olduğu bir bölümünde Türk Milleti’ni şöyle tanımlar: “Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk Milleti” denir. ATATÜRK’ün
sadece bu sözünü bile okumak, O’nun Milliyetçilik anlayışının “ırkçı
bir milliyetçilik” olmadığının diğer bir kesin kanıtıdır.
1920’lerde ve 1930’larda İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da,
Portekiz’de, Macaristan’da ve Sovyetler Birliğinde sağ, sol totaliter
rejimler hüküm sürerken, Türkiye’de egemenlik hanedandan alınmış ve
ulusa devredilmiştir.
Cumhuriyetçi demokrasiye giden yol, önce özgürlüklerle düzlenmeye
başlamıştır: Atatürk’ün kadınlarımıza kazandırdığı özgürlüklerle…
Asla unutulmamalıdır ki, 1920’lerde ve 1930’larda, ALMAN NAZİ
baskısından ve zulmünden kaçan çok sayıda Alman kökenli bilim adamı,
sanatçı, müzisyen, mimar, mühendis, hukukçu v.d. kurtuluşu ve
özgürlüğü ATATÜRK TÜRKİYESİ’nde bulmuşlardır. O tarihlerde Amerika’yı
da seçenler olmuştur. Ancak, Türkiye’yi seçenlerin niteliği,
Amerika’yı seçenlerin ise niceliği önde gelir.
ATATÜRK TÜRKİYESİ’ni seçen bilim adamlarından sadece ikisinin, Prof.
Dr. Fritz Neumark ile Prof. Dr. Ernst Hirsch’in anılarını okumak bile,
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün barışseverliğini, hümanistliğini ve
antifaşistliğini, ortaya koymaya yeter…
İşte yukarda dile getirdiğim, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Kadınına
kazandırdığı özgürlüklerle birlikte, 1930 yılında yerel seçimlerde
olmak üzere, 1934 yılında da genel seçimlerde, seçme ve seçilme hakkı
denilen siyasî hakları da yasal olarak kazandırarak, kadınlarımızın,
Türk Milletinin en saygın kesimi düzeyine yükseltilmesi sağlanmıştır.
Bu tarihten başlayarak, yaşamın her alanında etkin olan Türk
Kadınının, bugün üniversitelerimizdeki gösterdiği niteliksel başarı
nicelik olarak da, kendisini “uygar” diye tanımlayan Batı ülkelerinin
çoğundan pek çok daha öndedir.
Bu bağlamda Atatürk’ün kadınlar hakkında söylediği şu veciz sözü de
anımsatalım: “Dünya yüzünde gördüğümüz herşey Kadının eseridir”…
Siyasal haklar konusunda bir karşılaştırma yapılması gerekirse, şu
tablodan yararlanılmalıdır:
Kadın Haklarının tanındığı ülkeler ve tarihler:
> Avusturya 1918
> Hollanda 1919
> Lüksemburg 1919
> Almanya 1920
> Büyük Britanya 1928
> Finlandiya 1906
> Norveç 1913
> Danimarka 1920
> İsveç 1921
> Polonya 1918
> Macaristan 1919
> Çekoslovakya 1920
> Bulgaristan 1945
> Yugoslavya 1945
> Fransa 1946 Korsika için 1962
> İtalya 1946
> Romanya 1946
> Belçika 1949
> Yunanistan 1952
> İsviçre 1971
> Portekiz 1974
TÜRKİYE 1930/1933/1934
Ülkemiz işgal altındayken ve özellikle Ermeniler ve benzeri azınlıklar
emperyalist ve sömürgeci güçlerle işbirliği yaparak, Osmanlıyı arkadan
vururken; Cumhuriyetçi Demokrasinin güç kaynağı ve millet
egemenliğinin dayanağı olan TBMM’ni kuran bir kimse nasıl diktatör
ilan edilebilir?
Özellikle Batı ülkelerinde, subaylıkla, hatta askerlikle hiç ilgisi
olmayanlar, general üniforması giyerek ve diktatörlükler kurarak
halkları ezerken;
kendi beyninin ve bileğinin hakkıyla generalliğe yükselmiş olmasına
rağmen, üniformasını çıkararak, Türk Halkıyla birlikte, Halka dayalı
ve Halk mayalı Cumhuriyeti kuran ve Türk Milletinin ezici çoğunluğunun
asla “diktatör” sıfatını yakıştırmadığı bir emsalsiz Önder’e, nasıl
olur da diktatörlük iftirası reva görülebilir?
TARAF gazetesi böyle gereksiz ve zararlı bir söyleşiyi yapmakla ve
yaymakla, apaçık Ermeni propagandası yapmış olmuyor mu?
Öyle analşılıyor ki, TARAF gazetesi, Türkiye tarafı değildir;
Türkiye’ye, Atatürk’e, Türk Cumhuriyeti’ne ve Türk Bağımsızlığına
karşı olanların tarafıdır.
Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı
Bir yanıt yazın