Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Turkish forum Danisma Kurulu uyesi
New York: Yaklaşık bir aydır Amerika’nın New York, Washington ve San Francisco gibi belli başlı kentlerinde halka açık bir dizi konuşmalarım oldu. Oraya ayak bastığımda Demokrat Parti içindeki adaylık çatışması gitgide şiddetleniyordu. Kalışımın sonlarına doğru, siyah Afrikalı bir baba ile beyaz Amerikalı bir anadan olan Barack Obama’nın 2007’nin en sonuna doğru yer alacak başkanlık seçimlerinde Demokrat Partiden aday olacağı anlaşıldı. Bu durum apaçık görülünce, kendinden başka eşi Michelle ve çocukları da siyah derili olan yeni adayın resimleri birçok dünya süreli yayınının kapaklarına geçti ve olay özellikle Avrupa basınının birinci sayfalarının en üstüne taşındı. Egemen yorum da Obama’nın ülkesine ve o yoldan dünyaya “değişiklik” getireceğiydi.
Afrika kökeni yüzde elli de olsa, böyle bir siyasetçinin iki başkan adayından biri seçilmesi Amerika’da ilk kez görülüyor. Gene siyah Jesse Jackson 1984 ve 1988’de Demokrat Parti’den başkanlık yarışının ilk aşamasına katılmış, ancak topladığı varsayılan 6.7 milyon oya karşın adaylığı alamamıştı. Üstelik, seçim sonucunu şimdiden kestirmek olası değilse de, benim büyük kentlerde konuştuklarımın önemli bir bölümü Obama’nın zaferinde birleşiyor. Bir ölçüde güvenilir yoklama oranları da onu daha şanslı görüyor. Sonucu kırlık bölgelerle kararsızların ne yana yöneleceği ve Başkan Bush’un seçim arifesinde İran’a karşı sert tavırları gibi bugünden kestirilemeyen uluslararası nitelikteki gelişmeler umulmaz biçimde etkileyebilir. Ancak, benim bu yazıda üstünde durmak istediğim nokta, olayın yeni olmayan yanı, yani Obama’nın temel sayılacak değişiklikler yapacağına ilişkin ciddi ipucu vermemiş olmasıdır.
Oysa, halka açık toplantılarda çevresi ve konuşma yeri sayılamayacak kadar çok “Değişiklik” (Change) yazılı el levhaları, bu eksende türlü duyurular ve tanıtım araçlarıyla doluydu. Seçimlere değin, bu “değişiklik” gereksiniminin altı çizilerek sürecek. Ekrana ve basının baş sayfalarına yansıyan bu sözcük daha şimdiden tek başına egemen. Bu da gösteriyor ki, Amerikan halkının bir kümesinin gerçekten “değişiklik” istediğine kuşku yok. Ancak, yenilikten yana olanların büyük çoğunluğunun bundan ne anladığı da ortaya konmuş değil. Doğayı korumak isteyenlerle işçi haklarını savunanlar bile ortak paydalarda birleşemiyorlar. Ne var ki, iyi tanımlanmamış bu kavramın sözcüğü bile çok yurttaşa umut veriyor.
Demokrat Parti’den adaylığı kesinleşmiş ve gözü Beyaz Saray’da olan Obama’nın siyah babanın oğlu olarak Amerikan yaşamının kimi acı yanlarını tatmış olduğu da bir gerçek. O denli ki, çocukluğunun birkaç yılını Kenya’nın Alego adlı küçük bir köyünde büyük teyzesinin yanında ve sonraki gençlik yıllarını da Endonezyalı üvey babasıyla geçirmek zorunda kaldı. Bu ırksal mirasını “Babamdan Düşler” başlığı altındaki kitabında anlatır. “Umudun Küstahlığı” diye ikinci bir kitabı da var. İkisinde de anı yaklaşımı ağır basıyor. İkincisinde ise, siyaset üstüne düşüncelerine de yer veriyor ki, ben de bu yazıda o kitabında söylediklerinden yola çıkarak birtakım saptamalar yapmak zorunda kalıyorum.
Bana kalırsa, özellikle bu ikinci kitabında kısa tümceler biçiminde oraya buraya sıkıştırdığı düşünceleri Obama’nın temel değişikliği aramadığını yeterince kanıtlıyor. Bu yazıda kitabında belirli sayfalara göndermeler yaparak solculuğuna ya da ilericiliğine ilişkin değerlendirmelerin dayanaksız olduğunu göstermeğe çalışacağım. Rakibi olan Cumhuriyetçi Parti’nin yaymaca örgütünün Obama’nın “solcu” olduğu konusundaki üstelemesinin de bu yanlış yargının sürmesinde bir rolü var. Cumhuriyetçilerin eleştiri diye yapacakları gürültü Obama’yı kimi çevrelere Amerikan yapısına karşı “tehlikeli” biriymiş gibi de sunabilir. Ne var ki, kendilerini siyaset yelpazesinin solunda gören kimi Amerikalı yazarların Obama’yı sahneye sanki gerçek bir seçenek girip oturmuş gibi değerlendirmeleri temelden yoksun. Ancak, Amerika’da sözde “liberal sol”u sarıp sarmalamış olan umutsuzluk, ilkesizlik ve dar bakış onda “ilerici” bir bağdaşık görebilir. Örneğin, “The Nation” dergisinin yazarlarından George Scialabba’nın görüşü budur. Obama’nın basın sözcüsü Tommy Vietor da onu ilerici saymayanlara karşı sert çıkışlar yapmıştır.
Doğru yanıtı bulabilmek için Obama’nın çok yakında çıkmış olan kitabını okumak gerekir. Önce, Obama sermayeci düzenin ateşli savunucusudur. Daha okul yıllarındayken büyük paralar sahiplerini “sorumsuzca eleştirenlerden” ötürü rahatının kaçtığını söylüyor. Günümüz küreselleşmesinin babası eski Başkan Ronald Reagan’ın seçim başarısını “Amerikalıların düzeni özlemiş olmalarıyla” anlatıyor (sayfa 31). Bush’un 2004 seçimlerindeki Demokrat rakibi Senatör John F. Kerry ile kendinin daha düne değin çekiştiği Senatör Hillary Clinton’u “kapitalizmin faziletlerine” ve “ABD’nin askerî üstünlüğünün korunmasına” inanmış kişiler olarak alkışlıyor (s. 38). Eski Başkan Bill Clinton’un “serbest pazar” yaşam biçiminin kapılarını daha da açarak “yoksullukla savaşımda kişisel sorumluluk aldığını” savunarak onun da “görmezden gelinmez biçimde ilerici” olduğunu söylüyor (s. 34-35). Hele Demokratlara genel bir öğüdü var: “Merkezden fazla uzaklaşmayın!” Kendi partisinden kimilerinin “aşırı partizanlık” yaparak uçlara kaydıklarını ekliyor (s. 38). Obama’nın “uç” diye nitelediklerinin uluslararası barış ve genel adalet olduğu anlaşılıyor.
1929 Büyük Ekonomik Bunalımıyla yüz yüze gelerek çıkış yolları arayan F.D. Roosevelt halka açık konuşmasının daha ilk tümcelerinde “bu ülkede benden daha kapitalizm yanlısı yoktur” diye söze başlamış, sonunda derde deva olmayan bir “Yeni Yaklaşım” (New Deal) denemişti. Bugün ise, Obama bunu bile fazla buluyor. Ona göre, “küreselleşme koşulları değiştirmiştir” (s. 38). Gene Obama’ya kalırsa, 1968 Kuşağının “Yeni Sol” düşünceleri de “Yeni Sağ”ın tepkisine yol açmış, daha çok buyurganlık getirmiştir (s. 26-33). Ona göre, Amerikan halkı hükûmetinden yalnızca alçak gönüllü beklentiler içindedir (s. 7). Obama Amerikan halkına eşitlik, adalet ve özgürlük yüce düşüncelerini neden yakıştıramıyor ki? Hele sınıf farklılaşmasının önceleri hiç görülmemiş boyutlara ulaşmış olduğu gerçeği karşısında da mı “alçak gönüllülüğünü” koruyor? Halkın, en azından onun bir bölümünün azgın ve yabanıl bir eşitsizlikten ciddî yakınması neden olmasın?
Obama’nın eşitlik ve adalet isteyenler için Marx’ın ve Yeni Sol’un izlerinde yürüyen “kaçıklar” diye tanımlaması dengeli bir yaklaşım olabilir mi? Onun “gerçekçilik” dediği bugün iktidarda olanların tekelci sermaye yararına ve savaş yöntemini de kullanarak yoksulları daha da yoksulluğa itmek değil midir?
Obama ABD Anayasasının buyurganlığa karşı yeterli bir savunma olduğunu yazıyor (s. 93). Yılların deneyimli siyasetçisi Senatör Robert C. Byrd Anayasa metnini sürekli cebinde taşır ve Kongre’de konuşmalar yaparken çıkarıp dinleyenlere sallar dururmuş. Obama Illinois Birlikteş Devletini temsilen Washington’a geldiği günlerde küçük boy bir Anayasa metni alıp alıcı gözle bir daha okumuş. Oysa, Anayasa metnini birkaç kez okumak Amerika’nın nasıl yönetildiğini anlamak için yeterli olmaktan çok uzaktır. O ülkede köprülerin altından çok sular aktı ve çok şey değişti. Kaldı ki, Amerikan geçmişi bir baskılar tarihidir de. Yalnız eskilerde ünlü Haymarket olayı gibi patlamalarda hak arayanlar değil, daha dün McCarthy’nin pençesine düşenlerle 11 Eylül’den ötürü haksız yere tutuklananlar kan ağladı. ABD’nin nasıl yönetildiğini ırksal, budunsal ve dinsel baskılar altında kalmış olanlardan, artan işsizlik ve düşen ücretlerle karşı karşıya gelenlerden, büyük sermayeyi daha da zengin eden yığınsal tüketim furyasını günbegün yaşayanlardan, para babalarının buyruğu altında kalan kitle haberleşme ağının ezici yükünü çekenlerden, ardı arkası kesilmeyen savaşlarda ölen ve yaralananlarla onların ailelerinden ve birer işkence yuvasına dönüşen Amerikan zindanlarından geçmiş olanlardan sorup öğrenmeli!
Hukuk okumuş ve avukatlık yapmış olan Obama kendi kitabında Hobbes ve Locke gibi düşünürlere göndermeler yapıyor, ama “cumhuriyet” ile “demokrasi”yi birbirine karıştırıyor ve bu yanlış yoldan giderek Amerika’da “halk yönetimi” olduğu sanısına kapılıyor. Basit okul kitaplarının etkisinden kurtulamayarak, Abraham Lincoln’un köleliğe karşı olduğu için İç Savaşta Kuzey’in zaferine önderlik ettiğini sanıyor (s. 283). Ona kalırsa, Woodrow Wilson da halkların kendi geleceklerini özgürce saptamalarından yanaydı. Oysa, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ne o saldırmamış mıydı? Gene Obama’ya göre, ABD Soğuk Savaş’ta da “Wilson idealizmini” uygulamış! ABD İran’da ve Guatemala’da demokratik yöntemlerle seçilmiş iktidarları türlü oyunlarla devirerek sık bir müdahale siyaseti başlatmadı mı? Obama Hobbes’a ve Locke’a göndermeler yapıyor da, Amerikan tarihini yeni baştan yazan Howard Zinc’e ve ilk ile orta öğretimde okullarda okutulan kitapların yanlış olduğunu ileri süren James Loewens’e gereği gibi neden yer vermiyor? Obama bu yayınları izlemiş mi?
Kitaptan anlaşıldığına göre, Obama Amerikan başkanlarının genişleme amacını perdeleyen komünizm-karşıtlığını, askerî güçlerle endüstri sahiplerinin birlikteki eylemlerini, Bretton Woods toplantısının yarattığı Dünya Bankası ile IMF’nin ortak soygunlarını, CIA’nın “devlet içinde devlet” yönetimini anlamışa benzemiyor. Obama ırkçılık, tekelci sermaye, süper ordu ve emperyalizmi birbirine bağlayan oluşumu değerlendiremiyor. Emperyalizmin “sınıf temelini bir efsane” sayacak denli ilericilikten payını almamış (s. 288). Askerî-endüstri işbirliğini veda konuşmasında eleştiren Müttefik orduları ile NATO eski komutanı ve eski Başkan D.D. Eisenhower değil miydi? Öldürülen insan hakları savunucusu Dr. Martin Luther King, Jr. Vietnam Savaşını bir emperyalizm ve ırkçılık oyunu olarak görüyor da, Barack Obama aynı konuya neden öyle bakamıyor? Vietnam Savaşı salt ölü sayıları olarak iki milyon yerliyle 58.000 Amerikalıya patlamadı mı?
Bugünkü Afganistan ve Irak savaşlarında da oraların stratejik petrolüne el koyma isteği temel hareket noktası değil mi? Bu müdahalelerin hukuk-dışı, ırkçı ve yayılmacı olduğunu söylemeden topluma ve dünyaya ne gibi bir “değişiklik” getirilebilir? Hem Iraklıların, hem Amerikalıların büyük bir bölümü bu savaşlara karşı değil mi? Onlar karşı da, Demokrat Parti’nin adayı bunlara neden açıklıkla karşı duramıyor? Obama’ya göre, Amerikalılar dünya işlerinden ellerini çekiyorlarmış! Halkta böyle bir eğilim görüyormuş! (s. 303-304). Yani, dünya için gerçek tehlike bu mu? Üçüncü Dünya Amerikan genişlemesine karşı çıkmamalıymış! Venezüela’da Chavez de yanlış yoldaymış!
Obama’nın temel yaklaşımında şu inanç var: ABD büyüklüğünü serbest pazar ekonomisine dayalı sermayeci düzene borçludur (s. 149-150). Ona göre, bu yaşam, çalışma ve bölüşüm biçimi girişimcileri kamçılamış, buluşları hızlandırmış ve kaynakların kullanımına yol açmıştır. Ona sorarsanız, buna karşı çıkanlar mantıksız düşünen solcular, buyurganlık alışkanlığından kurtulamayanlar ve aklından zoru olanlardır. Ancak, Obama’nın bilmez göründüğü ve üstünde yeterince durmadığı gerçek şu ki, onun övdüğü insan ilişkileri ülke zenginliğinin yarısını nüfusun yüzde birinin eline vermiştir ve tüm küre insanlarının yüzde dördünü oluşturan Amerikalılar çevre kirliliğinin en az üçte-birinden sorumludur.
Obama’nın kendi siyahtır, ama deri renginden ötürü türlü biçimde ayrıma uğramanın “artık geçmişte kaldığına” inanıyor (s. 247). Bu konuda da aydınlanabilmesi için, en azından Joel Feagin ile Michael Brown’un son kitaplarını okuyuversin. Bu temel gerçekle bağlantılı olarak, işsizlik, sağlık, eğitim ve cezalandırma sorunlarının gelip artan ölçülerde beyaz olmayanları vurduğu ve bu alanlardaki farkların daha da büyüdüğü asıl yadsınamaz büyük gerçektir.
Obama bu konuları bilmediği gibi, Ermeni-Türk ilişkilerinin geçmişini de bilmiyor. “Soykırım” dediği olayları Kongre’den geçirmek için elinden geleni ardına koymayacağını birkaç kez açıkladı. Beyaz Saray’a seçilebilmek için onların da desteğine gereksinimi var. San Francisco’da konuşmamı yaptığım sıralarda, Obama’nın yakında oraya siyaset eylemleri için para toplamak üzere geleceğini öğrendim. Daha önceki seçimlerde nasıl para topladığını da kitabında anlatıyor. New York’ta iki hafta kadar önce basılmış olan kitabımdan ve başka yayınlarımdan da “Başkan Obama’ya…Yazardan” notuyla kendine verilmek üzere güvendiğim bir kişiye bıraktım.
Obama’nın kitabı küreselleşmenin mimarlarına, bizim de Türkiye’de benzer biçimini işittiğimiz şu iletiyi yolluyor: Beni deliğe süpürmeyin; benden yararlanın!
—
Obama bu konuları bilmediği gibi, Ermeni-Türk ilişkilerinin geçmişini de bilmiyor. “Soykırım” dediği olayları Kongre’den geçirmek için elinden geleni ardına koymayacağını birkaç kez açıkladı. Beyaz Saray’a seçilebilmek için onların da desteğine gereksinimi var. San Francisco’da konuşmamı yaptığım sıralarda, Obama’nın yakında oraya siyaset eylemleri için para toplamak üzere geleceğini öğrendim. Daha önceki seçimlerde nasıl para topladığını da kitabında anlatıyor. New York’ta iki hafta kadar önce basılmış olan kitabımdan ve başka yayınlarımdan da “Başkan Obama’ya…Yazardan” notuyla kendine verilmek üzere güvendiğim bir kişiye bıraktım.
Bir yanıt yazın