MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BURSA KONUŞMASI ve GENÇLİK
Toplumun genelini kapsayan bir olay meydana geldiğinde kurumlar ve bireyler bu olaydan değişik boyutta etkilenirler. M.K. Dergisi’nin 12. sayısında Türkiye Gençlik Hareketi Tarihi açısından, “Türkçe Konuş Kampanyası” ile ilgili olarak “Harf Devrimi”ne gençliğin yaptığı bir katkıyı aktarmıştım. Bu kez, “Harf Devrimi” nin bir başka kesiminde nasıl yansıdığını aktarmaya çalışacağım.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı devrimler bir bütündür ve birbirine bağlıdır. Biri diğerinden ayrı olarak düşünülümez ve biri diğerini tamamlayan olaylardır.
Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyet ilan edildikten sonra, cumhuriyet ilkelerini hemen uygulamaya başladı.
TBMM, 2 Kasım 1922’de 308 sayılı kararı ile Meclisin egemenliği temsil ettiğine, saltanat’ın kaldırıldığına karar verdi. Alınan karar özetle şöyle idi:
“Millet, eski otokrat hükümet-i şahsiye ve saray halkı ve etrafının sefahatı esasisi üzerine müesses bir saltanat yerine asıl halk kitlesinin ve köylünün himaye ve saadetini tekeffül eden bir Halk idaresi tesis ve vaz’etmiştir”
Daha sonraki adım eğitimde atıldı. 3 Mart 1924 Pazartesi günü, önemli üç yasa çıkartılır. 429 sayılı kanunla “Şeriye-evkaf” ve “Erkanı harbiyeyi umumiye vekillikleri” kaldırılır. 430 sayılı kanunla “Öğretimin Birliği” kabul edilerek medreseler kapatılır. 431 sayılı kanunla “Hilafet” kaldırılır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti rejimi siyasal anlamda onaylanır. Hilafetin kaldırılması ile devletin en üst düzeyinde başlayan değişim, toplumsal yaşamın bütün alanlarına yansıtıldı.
Mustafa Kemal Atatürk, 30 Ağustos 1925 Pazar günü Kastamonu’da yaptığı tarihi konuşmada, o döneme kadar yaptığı işler hakkında özetle şu açıklamalarda bulunmuştu:
“Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkali ile medeni bir heyeti içtimaiye haline getirmektir; inkılabatımızın umdei asliyesi budur. Bu hakikatleri kabul edemiyen zihniyetleri, tarumar etmek zaruridir… Efendiler ve millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir….Hükümeti Cumhuriyetimizin bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut müftü, hatip, imam gibi muvazzaf bir çok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafet iktisasında berdevamdırlar. Bu gibilerin içinde çok cahil ve ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela, bazı yerlerde halkın mümessilleri imiş gibi onların önüne düşüyorlar, halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum; bu vaziyet ve selahiyeti kimden, nereden almışlardır?
Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve meclisin itimadına mazhar Hükümeti Cumhuriyedir. Bir de mahalli müntehap Belediye Reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir… Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla isbat etti ki, ilerlemeği ve yeniliği ister, inkılapçı bir millettir. Son senelerden önce de milletimiz teceddüt yolları üzerinde yürümeğe, içtimai inkılaba teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep, işe esasından, temelinden başlanmamış olmasındandır.”
2 Eylül 1925 Çarşamba günü, “Tekaya ve Zevayanın Seddine ve İlmiye Sınıfı ile Kisvesine ve Bilumum Devlet Memurlarının Kıyafetlerine Dair İcra Vekilleri Heyetinin Kararnamesi” yasası kabul edildi. Yasaya göre, böylece tekkelerin kaldırılmasına ve mallarının devletleştirilmesine, tarikatların da dağıtılmasına ve yasaklanmasına karar verildi.Ayrıca, cübbe ve sarığı bundan böyle yalnız camilerde vaaz veren, nikah kıyan ve mezar başında dua eden islam din adamları giyecektir.
Mustafa Kemal Atatürk, kendi söylediği gibi herşeyi temelinden ele almış, bazı tepkilerle karşılaşmış, herşeye rağmen, ilkelerinden ödün vermemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmada bunu bir kere daha vurgular ve şunları söylemiştir:
“Dünya tarihinin 1453’te Türkler tarafından fethi zaferi gibi bir olayını anımsayalım. Bütün bir dünyaya karşın, İstanbul’u her zaman için Türk halkının malı haline getiren aynı güç, hukuk bilimcilerinin sert direncini kırmaya ve gene o sıralarda bulunmuş olan basımevini Türkiye’ye sokmaya yetmemişti. Eski yasaların ve onların bekçilerinin, basımcılığın ülkeye girmesine izin vermesinden önce, yüzyıl süreyle incelemeler yapıldı, karşı çıkmalar oldu, olumlu ve olumsuz tartışmalarla gü ve enerji tükedildi, Devrimcilerin en güçlü, en fesatçı ve en tehlikeli düşmanları köhnemiş yasalarla onların eskimiş savunucularıdır. Biz, tamamıyla yeni yasalar çıkaracağız ve eski hukuk ölçütlerini kökten yok edeceğiz.”
17 Şubat 1926’da Millet Meclisinde kabul edilen ve 4 Ekim 1926 tarihinde uygulamaya giren, medeni kanun kabul edilir. Medeni Kanun en etkili biçimde bireyin özel alanına etkili olur ve aile yaşamında devrim meydana getirir. Yeni Medeni kanun, uygar evliliği ve mahkeme yoluyla boşanmayı getirdi. Bu arada her iki cins eşit duruma getirildi ve çok kadınla evlenme yasaklandı.
Mustafa Kemal Atatürk, bu konuda da şunları söylemiştir:
“Zamanımızın gereklerinden biri, kadının durumunu bütün alanlarda düzeltmektir. Bunun sonucu olarak kadınlar da, erkekler gibi bilim ve teknik adamı olacaklar ve aynı eğitim düzeyine ulaşacaklardır. Bundan sonra, toplumda aynı safta yürüyen kadınlar ve erkekler birbirlerinin destekçisi olacaklardır.”
Arap-islam kültüründen kurtarmak amacıyla birçok ileri adım atan Mustafa Kemal Atatürk, en büyük engel olarak arap abece’sini görüyordu. 1923 ve 1924 yıllarında Millet Meclisinde bu konuları ele alır. Hatta 1924 yılında, Almanya’da yüksek öğrenim görmekte olan Türk gençleri, kendi aralarında 5’i ünlü olmak üzere 30 harften kurulu, latin kökenli yeni bir abece hazırlar ve bunu tanıtmak amacıyla “Yeni Yazı” adlı bir de dergi yayınlar. Fakat koşulların o dönem Türkiye’de uygun olamaması nedeniyle bunu ancak 1927’de yeniden gündeme getirir. 1927 yılı, bu konuda yapılan araştırmalar ve tartışmalarla geçer.
15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında, Mustafa Kemal, büyük Nutku’nu okur. Atatürk, bu söylevinde, 19 Mayıs 1919’dan başlayarak Kurtuluş Savaşı’nı, siyasal olayları, devrim hareketlerini anlatır. Hergün 6 saat konuşmak suretiyle altı gün 36 saat konuşarak, söylevini “Gençliğe Hitabesiyle” bitirir. Hitabe aynen şöyledir:
“Bugün ulaştığımızsonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.
Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.
Ey Türk gençliği! Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağındır. Gelecekte dahi, seni, bu kaynaktan yoksun etmek isteyecek, içerde ve dışarda kötü niyetliler bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunma mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın durumun imkan ve şartlarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar, çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir zaferin temsilcisi olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve şaşkınlık ve üstelik hayınlık içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi çıkarlarını, yurda girmiş düşmanların siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksullluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin evladı! İşte; bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!.”
3 Şubat 1928 tarihinde, Istanbul Ayasofya’da (O zaman camiydi) hutbe ilk kez Türkçe olarak okunur. 10 Nisan 1928’de, Anayasa’nın II. maddesinde yeralan, “Türkiye Devleti’nin dini, İslaem dinidir” ile 26. maddesinde yeralan Ahkam-ı Şer’iyenin (İslam şeriatına ilişkin hükümler) Meclis’in görevleri arasında bulunduğunu belirten madde Anayasa’dan çıkarılarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti hukuksal olarak layikleştirilir. Böylece din yöneticiler elinde alet olmaktan kurtarılır.
1 Kasım 1928’de kabul edilip, 3 Kasım’da yürürlüğe giren, “Latin harflerini kullanma yasası” kabul edilir. Atatürk, bu konuda şunları söylüyordu: “Bizim uyumlu, zengin dilimiz, yeni türk hafrleriyle kendini gösterecektir. Ulusumuzun güzel ve soylu diline kolay uyan bu yazı, bizi az emekle, kolay yoldan bilgisizlikten de kurtaracaktır.”
Yeni yazı, aynı zamanda, dil reformunun da başlangıcı olur. 30 Kasım 1928 günü gazeteler son kez olarak arap yazısıyla çıkıyor, 1 Aralık 1928 günü ise tümüyle yeni Türk abece’si ile yayınlanır. Sadece gazetelerin değil, Kur’an’ın Türkçe yayınlanması konusunda da önemli bir adım atılır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılında Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi için emir verir. Atatürk, bu konuda özetle şunları açıklamıştır:
“Kuran’ın Türkçeye çevrilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekerrür etmekte bulunan birşey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka işleri olmadığını bilsinler.”
T.B.M.M, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi için 4.000 Türk Lirası para ayırır. Atatürk’ün sağlığında başlayan Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi ancak ölümünden sonra bitirilebilir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı bu devrimlere karşı çıkan yobazlar, Menemen’de ayaklanır. Yedeksubay Mustafa Fehmi Kubilay, 22 Aralık 1930’da Menemen’de yeşil bayrak altında ayaklananlara karşı çıkar. Ayaklananlar, ilk önce Kubilay’ı yaraladılar sonra başını kestiler. Daha sonra, yeşil bayrağın ucuna Kubilay’ın kestikleri başını takarak sokaklarda dolaştırdılar. Buna engel olmak isteyen iki bekçiyi daha öldürdüler. Başını kestikten sonra Kubilay’ın kanını içen Derviş Mehmet, “Halife sınırda bizi bekliyor; kalkın, müslümanlığı kurtaralım” diye haykırır. Ordu birliklerinin duruma müdahale etmesi üzerine ayaklananların elebaşılarından olan Derviş Mehmet ve iki adamı öldürülür.
Olayı öğrenen Atatürk, Başbakan İsmet İnönü, Milli Savunma ve İçişleri bakanlarıyla Ankara’da bir toplantı yapar. Toplantıda, sıkıyönetim mahkemesinin hükmedeceği cezaların, bütün mürtecilere ibret olacak biçimde verilmesi; cezaların hemen yerine getirilmesi, olaya karşı çıkmayan Menemen halkının başka yerlere göç ettirilmesi kararı alınır.
Ancak sonradan Menemen halkının tümüyle cezalandırılmasından vazgeçilir. Askeri mahkemede 2.200 kişi yargılanır. 34 kişi idama mahkum edilir. 41 kişi çeşitli cezalara çarptırılır. Sanıklardan sadece yirmisekiz kişi idam edilir.
Cumhuriyet devrimleri herşeye rağmen uygulanmaya devam eder. 22 Ocak 1932’de Istanbul’da Hafız Yaşar Okur, ilk kez Türkçe Kur’an’ı Yerebatan Camii’nde okur. Türkiyede’de ilk Türkçe ezan, 30 Ocak 1932’de Ayasofya (o dönem cami olarak kullanılmaktaydı) ‘nın minaresinden okunur. 6 Şubat 1932’de ise Süleymaniye Camii’nde Türkçe hutbe okunur. Daha sonra, Aynı günlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı, müftülüklere, ezan ve kametin yakında Türkçe okunacağını bildirir. Ezan çeşitli nedenlerle 1934 yılından itibaren Türkiye’nin her tarafında Türkçe okunmaya başlar. Ezan, 1934’ten 1950’ye kadar 16 yıl, Türkiye’nin her yerleşim biriminde anlamadığı başka bir dilde değil Türkçe olarak okunur. Demokrat Parti, iktidara geldikten hemen sonra 16 Haziran 1950’de Arapça ezan okunmasını yasaklayan Türk Ceza Yasası’nın 526. maddesi değiştirir ve Türkçe okunan ezana son verdirip, Ezan’ı Arapça okutmaya başlatır.
Ezan’ın Türkçe okunmasıyla ilgili olarak 1933 yılında önemli bir olay meydana gelir. bu olayı kısaca aktaralım. Mustafa Kemal Atatürk, 1933 yılının Ocak ayında, yurt gezisine çıkar. Bu gezi sırasında Bursa’ya uğrar. Verilen emir üzerine Bursa’da ezan Türkçe okunmaktadır. Atatürk, Bursa gezisini tamamlayıp, İzmir’e gider.
Atatürk’ün Bursa’dan ayrılmasından sonra Menemen olayının hazırlayıcıları olan Nakşibendi tarikatının Bursa’daki yandaşlarından 30-40 kişilik bir grup, 3 Şubat 1933 Cuma günü, ezan Türkçe okunduğu için ayaklanır. Yobaz grup, Bursa Ulucami yanında bulunan Evkaf Müdürlüğü’ne başvurarak ezan ve kametin Bursa’da arapça okunmasını ister. Yobaz grup, büyük bir kalabalık toplayarak, daha sonra, Bursa Valiliği’ne giderek aynı isteği orada tekrarlar. Yobazların bu davranışına ilgili makamlar hemen hemen seyirci kalır. Atatürk’ün emanet ettiği gençlik de de bir kımıldama olmaz.
Atatürk, 3 Şubat akşamı olayı İzmir’de bulunduğu zaman öğrenir ve beyninden vurulmuşa döner. Atatürk’ün Yaveri Cevdet Tolgay, bu olayı şöyle anlatmıştır:
Ocak ayının ortasında bir tetkik seyahatindeydik. Son merhale olarak İzmir’e geldik. İzmir’e vardığımızda tarih 31 Ocak 1933’dü. Gazi, Şubat’ın ilk üç günü İzmir’i dolaştı. Tetkikat yaptı. Gazi’nin yanında o zamanki İktisat Vekili Celal Bayar’ın başkanlığında tetkikler yapan bir iktisat heyeti de vardı.
3 Şubat 1933 akşamı İzmir’de Kordon’daki köşkte akşam yemeği sırasında Bursa’daki ezan olayı intikal etti. İlk gelen haber Gazi’yi bir hayli asabileştirdi. Devrimlere karşı olan bir hareket Gazi’yi şiddetle mukabeleye sevk ediyordu. O zaman devrimler daha yeniydi.
İlk tepkisi şiddetle ‘Bursa’ya baskın yapacağız’ şeklinde oldu ve hemen hazırlık emrini verdi. Hareket tarihimiz 4 Şubat 1933 oluyordu. Saat 03.30’da Afyon’a hareket etti. Celal Bayar heyeti İzmir’de kaldı. Afyon’da Antalya gezisinden dönmekte olan Başvekil İsmet Paşa da trene bindi. Gazi ile İsmet Paşa aynı trende Eskişehir’e kadar özel olarak konuştular. Eskişehir’den sonra İsmet Paşa Ankara’ya, biz Bilecik istikametine hareket ettik. Saat beşte biklemeden Bilecik’ten hareketle 9.30’da Bursa’ya geldik. Gazi, gider gitmez işe el koydu. Meşgul oldu. Hadise, sanıldığı kadar büyük mahiyette değildi. Fakat ilgililer, takibinde gevşek davranmışlardı. Fakat Atatürk olayı kendi inkılaplarına karşı bir hareket olarak ele aldı. 6 Şubat’ta, yani ertesi günü Dahiliye ve Adliye Vekilleri geldiler ve işe vaziyet ettiler. İşte o sırada Atatürk köşkte bu konuşmayı yapmıştır. Köşk, şimdiki Çelik Palas Oteli’nin yanındadır. O köşkte akşam yemeğinde bu konuşmayı yapmıştır.”
Olayın tanıklarından Hasan Rıza Soyak da, bu olayla ilgili olarak şunları anlatmıştır:
“İzmir’deydik; buraya Bursa’dan gelmiştik; oradan ayrıldığımız güne kadar camilerde ezan Türkçe okunuyordu. Fakat Atatürk Bursa’dan ayrılır ayrılmaz koyu gericiler pek cesaretli bir tepki yaratmışlar, köylere kadar ezanı yeniden arapçaya çevirmek için teşebbüse geçmişlerdi. Buna karşı, ilgili resmi makamlar hemen hemen seyirci kalmış, adeta sinmişler. Eşsiz inkılapçının tek bel bağladığı gençlikten de bir kımıldama olmamış. Atatürk bunu haber alınca beyninden vurulmuşa döndü, yerinde duramaz oldu. Derhal bursa’ya hareket emrini verdi. Birkaç saat içinde hazırlandık ve trene atlayarak yola çıktık. Yol boyunca hep bundan bahsediyor, idarenin gevşekliğinden, gençliğin ilgisizliğinden acı acı yakınıyordu.”
6 Şubat akşamı Çelik Palas Oteli’nin yanındaki köşkte sofrada bazı gazetecilerle birlikte 10-15 kişi vardır. Konu yine gençliğin ilgisizliğine geldiğinde, sofrada bulunanlardan biri Atatürk’ün gönlünü almak için, “Efendim, Bursa gençliği bu hadiseyi hemen bastıracaktı. Fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü..” diye söze başlar fakat devam edememiştir. Atatürk, bir işaretle sözünü keser, sonra da Türk gençliğinden ne anladığını belirten ve bugün “Bursa Nutku” diye bilinen konuşmasını yapar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 6 Şubat 1933 Pazartesi akşamı, yaptığı konuşma Cumhuriyet Gazetesi’nin 29 Ekim 1996 tarihli nüshasında aynen yayınlanmıştır. Bu konuşma şöyledir:
“Türk genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu cvardır, adliyesi vardır demeyecektir. hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.
Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz inkılap ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkum edecektir. Yine düşünecek; ‘demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.’
Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber; bana, İsmet Paşa’ya, Meclis’e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘Ben inan ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir’. İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği. “
Atatürk, söz konusu bu konuşmayı yapmış, fakat, söylenenlere ve yazılanlara göre, o zamanki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bunun yayınlanmasını uygun görmemiş ve yayınlanmasını engellemiştir.
Atatürk’ün başyazarı Falih Rıfkı Atay ise, “Atatürk işte bu gericiliğin bu küstahlığına karşı devrimci gençliği cesaretlendirmek, gericiliğe gözdağı vermek için o sözleri söylemiş, ama yayınlatmamıştır” diye yazar.
Atatürk’ün bu konuşması ilk defa Bursalı gazeteci Rıza Ruşen Yücer’in, 1947 yılında yayınlanan, “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı kitabında yayınlanır.
Atatürk’ün Bursa Nutku diye bilinen konuşması daha sonra bazı siyasi polemiklere yolaçtığı gibi yargılamalara bile konu edilmiştir.
Bursa Nutku diye bilinen konuşma, 21 Temmuz 1949 günü İzmir’de düzenlenen Demokrat Parti İzmir İl Kongresinde kısmen okunur ve 22 Temmuz 1949 tarihli Demokrat İzmir gazetesinde yayınlanır.
Bursa olayı meydana geldiğinde İktisat Vekili, daha sonra D.P. Genel Başkanı olan Celal Bayar’ın isteği üzerine Demokrat Parti İzmir İlçe İdare kurulu üyesi Şeref Balkanlı, CHP’nin iktidar döneminde, kürsüden yaptığı konuşmada, Atatürk’ün vecizesini şöyle okur:
“Türk genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir hareket duydu mu; bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır demiyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla nesi varsa onunla, kendi eserini koruyacaktır.”
CHP muhalefette, DP iktidarda iken, bu kez, CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesinin 19 Mayıs 1958 tarihli nüshasında “Devrimci Gençlik” başlığı adı altında Bursa Nutku yayınlanır. Bir savcı, “Bursa Nutku Atatürk’e ait değildir, Ulus gazetesi tarafından uydurulmuş” iddiası ile kovuşturma açar. Bursa Nutku hakkında açılan ilk dava bu değildir.
1960-1970 yıllarında öğrencilerin hemen her miting ve yürüyüş, bildiri, afiş ve konuşmalarda kullandığı Bursa Nutku’nu, 28 Nisan 1966 Perşembe günü, 28 Nisan 1960 olaylarının yıldönümünde bildiri halinde yayınlayıp, dağıttığı için Ege Üniversitesi Fikir Kulübü Başkanı Ahmet Çelikkol hakkında Bornova Savcısı Osman Kırkyaşaroğlu tarafından, “Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olmadığı ve bununla halkın kanunsuz hareketlere teşvik edildiği” gerekçesiyle dava açılır.
5 Eylül 1966Pazartesi günü, 1966-1967 Adalet Yılını Açış Konuşmasını yapan Yargıtay Başkanı İmran Öktem, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun Nurculuğu suç sayan kararını özetledikten ve Nurculuğun Türkiye için büyük tehlikelerine işaret ettikten sonra, Atatürk’ün Bursa Nutku’nu aynen okur.
İmran Öktem’in bu konuşması çeşitli çevrelerde tepkilere yolaçar. 1951 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçettikten sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Dr. Asistan olan Hüseyin Ayan, bir açıklama yaparak, “Bursa Nutku’nun Atatürk’e değil Lenin veya Stalin’e ait” olduğunu iddia eder.
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), 1 Aralık 1966 Perşembe günü yaptığı oturumda, “Atatürk’ün Bursa Nutku ile Stalin’in Kiev’de söylediği nutuk arasında benzerlik olup olmadığını incelemek üzere” bir komisyon kurar.
Yeni Istanbul Gazetesi de, 11 Ocak 1967 Çarşamba günü, gazetenin başyazısında, Bursa Nutku’nu olduğu gibi yayınlar ve “Bursa Nutku sadece solcuların değil sağcı milliyetçi gençlerin de rehberi olduğunu” açıklar.
Bursa Nutku ile en ilginç olay, Istanbul Sıkıyönetim Komutanlığı I Nolu Askeri mahkemesinde 13 Ekim 1971’de yapılan duruşmada yaşanır.
Oktay Kaynak, sorgusunda, “Atatürk’ün Bursa Nutku çerçevesinde hareket ediyoruz” demesi üzerine, Savcı Yarbay Doğan Dülgergil, “Sanığın ifadesine birşey demiyorum. Marksist-Leninistler Bursa Nutku’nu Atatürk’e mal etmeğe çalışırlar. Atatürk’ün yakınları, tanıyanlar Atatürk’ün böyle bir nutku söylemediğini ifade ederler” diyerek, tepkisini dile getirir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa konuşması hakkında söylenenler iddia ve saçmadan başka birşey değildir.
Gerçeği Mustafa Kemal’in karakterinden ve yaptığı devrimlerinden çıkartabilirsiniz. Ayrıca, ortada çok açık ve kesin tarihsel bir gerçek var: Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin sonsuza kadar muhafaza ve müdafaa edilmesi olan tarihsel görevi “gençliğe ” bırakmıştır.
Bir yanıt yazın