From: Mümtaz Bayazıtoğlu [mumtazbay@superonline.com]
KERKÜK-KIBRIS-KARASU ÜÇGENİNDE CAMBAZLIK
Hüseyin MÜMTAZ
Dış politikada “eşzamanlı” olarak başdöndürücü bir hızla, başdöndürücü gelişmeler yaşanıyor.
Devletlerarasındaki bu can pazarında bu hıza kim ayak uyduruyor, rüzgârın önüne mi kapılıp gidiyor, yoksa rüzgârı kontrol mü ediyor, pek merak ediyorum.
“Eşgüdümü” kim “güdümlüyor” ?
“Başmüzakereci” Babacan’ın son Amerika ziyaretinde Rice’la yaptığı görüşmeyle ilgili söylentilere Dışişleri tarafından yalanlama getirildi.
Dışişleri bakanlığı Sözcüsü Özgüergin; “haberde ABD Dışişleri Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile yaptıkları görüşmede Sayın Bakanımıza atfen bazı ifadeler ileri sürülmektedir. Söz konusu haberin başlığı, haberdeki ifadeler ve ileri sürülen iddialar hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır” denildi.
Öyleyse bahse konu “haberi” (Cumhuriyet. 11 Haziran 2008) irdeleyelim.
Haberdeki “ifadeler” iki yönlüdür; a)“Sayın Bakanımıza atfedilenler”; b) Rice’ın cevabı. Haberde Babacan’ın iki konuda Rice’dan yardım-aracılık istediği söylenilmektedir; 1. “Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını biliyoruz. Ama ortaya çıkan olumsuz havanın dağıtılması ve Türkiye’de kamuoyunun tepki göstermemesi için sizin Fransa’ya baskı yapmanızı istiyoruz”; 2. “BM’nin Irak Özel Temsilcisi Stefan de Mitsura’nın hazırlayacağı öneri paketi öncesi ABD’nin, Türkiye’nin yaklaşımlarına uygun çözümler üretmesi”.
Dışişleri’nin açıklamasından anlaşılıyor ki, “Bakan’a atfen” bu söylenilenler “hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır.
Kabul..
Dışişleri’nin açıklamasına inanmak durumundayız..
Peki ya Rice’ın cevaben söyledikleri?
Rice’ın halen taraflarca “yalanlanmayan” cevabının içeriğinde ne vardır?
Rice’ın AB konusunda ne cevap verdiği haberde yer almıyor. Ancak haberden, Kerkük konusunda şöyle söylediği anlaşılıyor:
“Bu konuyu bizimle değil, bölgesel Kürt yönetimi başkanı Mesud Barzani ile konuşun”.
Bu lâfı alın bir kenara yazın..
Babacan’ın Amerika gezisinden bir hafta kadar sonra Bush Avrupa’ya veda gezisine çıkıyor.
Bush bu arada gerçekleştirilen “Başkanlık döneminin son AB-ABD Zirvesi” için bulunduğu Slovenya’da “Türkiye’nin AB üyesi olması gerektiğine inanıyorum” dİyor.
Babacan “böyle bir şey istemediği halde”, bunu “kendiliğinden” söylüyor.
Türkiye’nin AB üyeliğine sürpriz bir destek de Hristofiyas ve Bakoyanni’den geliyor.
Stelyo Berberakis’in haberine göre “Rum kesiminin yeni lideri Hristofyas’la iki gün önce Kıbrıs’ta bir araya gelen Yunan Dışişleri Bakanı Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Sarkozy’ye çattı ve Türkiye’nin AB’ye girişine destek verdi…. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bokoyanni Rum Kesimi’nin yeni lideri Dimitris Hristofyas ile ilk resmi buluşmasını Lefkoşa’da gerçekleştirdi. Bir saatlik özel görüşmenin ardından gazetecilerle bir araya gelen Bakoyanni, Kıbrıs sorunu hakkında görüştüklerini söyledi. Ve Türkiye’nin AB üyesi olmasının kendileri için çok önemli olduğunu söyleyerek “Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ne derse desin bizim desteğimiz tam” dedi. Türkiye’de yaşanan siyasi krizi de yakından takip ettiklerini belirten Bakoyanni “Sonucu ne olursa olsun Kıbrıs sorununun çözümü için uğraşlar asla kesilmemeli” dedi. Kadın bakan bir gazetecinin garantörlük sistemi ile ilgili sorusuna “Bunlar modası geçmiş sistemler. Adil bir çözüm bulunmasıyla zaten AB ülkesi olan Kıbrıs’ın garantisi AB’nin kendisi olacaktır” demesi dikkat çekti.
Siz dikkatinizi her ikisinin de Türkiye’nin AB üyeliği için verdiği desteğe çevirin ama Bakoyanni’nin; “Garantörlüğün modası geçti” sözünü de bir kenara yazın..
Peki acaba ABD (ve Yunanistan, Rum kesimi, Ermenistan, Öcalan, Peşmergeler) Türkiye’nin AB üyeliğini neden ister?
Üye olunan Kulüpte, Kulübün üyelik kuralları geçerlidir. Kendi tercihlerinizden uzaklaşarak, “Yönetim Kurulu”nun dediklerini yaparsınız.
Bir Yönetim Kurulu vardır, bir de üyeler..
Yeni Dünya Düzeni “Küresel” vizyona sahiptir. Bu düzende bir “küreselleştirilenler” vardır, bir de “küreselleştirenler”..
Yunanistan, Ermenistan ve peşmergeler birçok kereler ancak AB üyesi bir Türkiye’den istediklerini elde edebileceklerini ifşa etmişlerdir.
Peki Rice’ın cevabı, Bush ve Bakoyanni’nin söyledikleri doğrultusunda şu an çekilen fotoğrafın Kerkük-Kıbrıs-Karasu’da çerçevelediği resim nedir?
Yukarıdaki açıklamalarla eş zamanlı olarak Peşmergeler, “Kerkük referandumundan vazgeçebileceklerini” açıklamışlardır.
Irak’ın kuzeyinde kurulan Kukla Devlet’in Başbakanı Neçirvan Barzani, “referandumdan vazgeçebiliriz ve Kerkük’te yönetimi paylaşabiliriz” demiştir.
Hayırdır? Âniden vahiy mi inmiştir?
Barzani bunu söylerken, “eşzamanlı” olarak Irak’ın Telafer kentinde Sünniler ve Şiiler arasındaki arabuluculuklarıyla tanınan iki Türkmen aşiret lideri ziyarette bulundukları eve yapılan silahlı saldırıda hayatlarını kaybetmişlerdir.
Telafer’in nüfusu 250 bindir ve tamamı Şii veya Sünni Türkmendir. Öldürülenler Ubeyd Aşireti lideri Şeyh Abdülnur Muhammed Nur El Tahhan ile Halaybeg aşireti lideri Şeyh Muhammet Faysal’dır. ITC bir açıklama yaparak Faysal’ın Telafer Ağalar Meclisi Başkanı ve Türkmen Meclisi Üyesi olduğunu belirtmiştir.
Yine Telafer Ağalar Meclisi üyesi Nureddin Maksud ve koruması da yaralanmışlardır.
Yine “eşzamanlı” olarak Rusya ve Fransa’nın ardından Almanya da Kürt Bölgesine “akredite” konsolosluk açma hazırlıklarına girmiştir.
Rice’ın “onlarla konuşun” dediği Barzani’nin “Referandum’dan vazgeçebiliriz” açıklamasının ardında ne yatmaktadır?
Bahadır Selim Dilek’in haberine göre “BM Irak Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın hazırladığı ve Irak’taki -itilaflı bölgeler- üzerine çözüm önerileri getirdiği raporda öngörülen ikinci ve üçüncü aşamalar, ülkede üçüncü büyük etnik grup olan Türkmenlerin ellerindeki toprakları tartışmaya açacak. Türkiye sınırına yakın olan ve orta-güney Irak’a açılan bu toprakların Kürtlerin denetimine geçmesi durumunda, Türkiye’nin Irak içindeki stratejik derinliğini yitirmesi söz konusu olacak. Raporda öncelikli olarak ele alınan Akra, Hamdaniye, Mahmur, Mendeli’nin dışında Mitsura, BM’nin bir sonraki adımlarına ilişkin bilgileri de ortaya koydu. Raporun, -Aşama İki: BM Irak’a Yardım Misyonu (UNAMI) Çalışmaları Devam Etmekte- başlıklı bölümünde, -UNAMI, Kuzey Irak’taki Telafer, Telkeyf, Şeyhan, Sincar, Musul, Hanekin ve Diyala’daki diğer ihtilaflı bölgelerin analizini yapmaya aynı yaklaşımla devam edecektir. UNAMI bu analizlerini önümüzdeki haftalarda tamamlamayı planlamaktadır- denildi. İkinci ve üçüncü aşamada incelenecek bölgelerin büyük bir bölümü Türkmenler ve Asuriler, Yezidiler ve Keldaniler gibi Kürtler dışındaki etnik gruplara ait bulunuyor. Nüfusunun tamamı Türkmen olan Telafer’in ve Irak-Suriye sınırındaki Sincar bölgesinin –tartışmalı- kabul edilmesi ile birlikte bölgesel Kürt yönetimi, Irak içindeki sınırlarının genişletilmesi konusunda önemli bir mevzii de kazanmış oldu. Raporda üçüncü aşama olarak da Kerkük’ün ele alınacağı bilgisi yer aldı. Raporda, -UNAMI, Kerkük’ün idari yetki sorununun çözümü için tüm tarafların üzerinde anlaşabileceği muhtemel senaryo ve seçenekler üzerinde çalışmaya başlamıştır- görüşüne yer verildi. Raporda, -UNAMI analizi, her ihtilaflı bölge için geniş çaplı siyasi uzlaşının elde edilmesini hedef alan bir ivme yaratmayı amaçlamaktadır- denilse de, De Mitsura’nın ortaya koyduğu yaklaşım Türkmenlerin Kürtler tarafından asimile edilmesine ve haklarının önemli ölçüde erozyona uğratılmasına neden olacak”.
Yâni kıymetli okuyucu, Türkmen kenti Kerkük’te Kürt yerleşimini ve hakimiyetini sağlayacak referandumun iptal edilmesinin yolu, yine Türk kenti Telafer’in Kürtlere verilmesinden geçiyor..
Referandum da toptan iptal edilmiş olmuyor, “yönetimde nasıl olur da Türkmenlere daha az söz hakkı veririz”in araştırması, yolu yapılıyor.
Yâni Rice’ın “onlarla konuşun” sözünün arka planında bu yatıyor..
Şimdi geliyoruz, “bir kenara yazın” dediğim ikinci konuya, Bakoyanni’nin “garantörlük eskimiştir” sözüne..
Garantörlüğün sigortası kim? Kıbrıs’ta uluslar arası anlaşmalarla bulunan Türk askeri..
Bakın Talat, Bakoyanni-Hristofiyas buluşmasından sonra ne dedi?
VATAN soruyor, (13 Haziran 2008)
“Türk askeri, 1974’de müdahaleyi yaptıktan sonra geri çekilseydi, bugünkü sorunlar yine yaşanır mıydı?
Cevap: Bir anlaşma yaparak çekilseydi, Kıbrıs sorunu çözülmüş olurdu. Ama o imkânı bulabildiler mi, bilemiyorum. O günün koşullarında zor herhalde. Çünkü buna Rum tarafı da hazır olmalıydı. Anlaşma sonrasında, uygun bir şekilde asker çekilir, kalacak olanlar da kalırdı. Kıbrıs sorunu çözümlenirdi”.
Yâni “Asker çekilseydi, Kıbrıs sorunu çözülürdü”.
Demek ki çözüme engel, Türk askeridir.
İyi de, “çözüm” nedir?
Bakoyanni’nin, “garantörlüğün modası geçmiştir” sözünü hazmetmeye çalışırken şu haber pat diye düşüverdi ekrana..
“Washington yönetiminin, askerlerinin Irak yargısından muaf tutulması, Irak hava ve deniz sahasının kontrolü ve Amerikan ordusunun Irak topraklarında hareket serbestliği gibi talepleri nedeniyle SOFA görüşmelerinde çıkmaz yola girdiklerini belirten Irak Başbakanı El Maliki, anlaşacaklarını söyleyen ABD Başkanı Bush’u yalanlamış oldu”.
Alternatifi yine sütun aralarında buluyoruz. (Bahadır Selim Dilek’in haberi)
“ANKARA – Bağdat yönetiminin, Ankara ve Tahran’a -Irak’ın güvenliğini Türkiye ve İran’ın ortaklaşa garanti etmesi durumunda, Washington yönetimi ile ABD askerlerinin ülke içinde uzun dönemli varlığına olanak tanıyacak kuvvetlerin statüsü anlaşması imzalamayacakları- önerisi getirdiği ortaya çıktı. Cumhuriyet’in ulaştığı bilgilere göre, bu konuda net bir yaklaşım geliştirmeden önce ilk girişim Tahran yönetiminden geldi. Irak’ın, ABD’nin Irak hava ve kara sahasını kullanarak üçüncü ülkelere operasyon yapma hakkını da kapsayan SOFA görüşmelerini sürdürmesinden rahatsız olan Tahran yönetimi, Iraklı yetkililere İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad aracılığı ile -ABD ile anlaşma imzalamanıza gerek yok. Sizin güvenliğinizi bir sağlarız- önerisi getirdi. Ahmedinejad, İran’ın bu önerisini ilk olarak 3 Mart’ta Bağdat’a yaptığı ziyaret sırasında Iraklı yetkililere iletti. Tahran öneriyi, ikinci kez de Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin geçen hafta Tahran’a yaptığı ziyaret sırasında gündeme getirdi. Iraklı yetkililer, Tahran’ın bu yaklaşımına önce olumlu yanıt vermediler. Ardından da -Türkiye ile ittifak içinde böyle bir mekanizma kurulursa ABD ile SOFA’yı imzalamayız. Ancak güvenliğimizin ve stratejik çıkarlarımızın garanti altına alınması gerekir- karşı önerisini sundular. Irak’ın, -stratejik ilişki- bağlamında söz konusu öneriyi Türkiye’nin de gündemine getirdiği öğrenildi. Önerinin fikir babalığını ise Irak’ın Şii kökenli Meclis Başkanı Mahmud el Meşhedani yaparken, Iraklı yetkililerin, -Irak, zengin petrol yataklarına sahip. Irak’ın servetini ve bağımsızlığını koruyabilmesi ve düşman saldırısı karşısında ülkedeki siyasi düzeni savunabilmesi için stratejik bir şemsiyeye ihtiyacı var. İran ve Türkiye, Irak’ın güvenliği konusunda destek verirse ABD ile uzun vadeli güvenlik anlaşmasını kabul etmeyiz- görüşünü ortaya koyduğu belirtildi”.
Hani garantörlüğün modası geçmişti?
Iraklıların istediği bir tür garantörlük değil midir?
Ve ben Meşhedani’nin teklifinin üzerine pat diye atlanılmasa da “Irak merkezi yönetimi ile” çok iyi pazarlıklar sonucu, başkalarının pek hoşuna gitmese de İran-Türkiye-Irak denkleminin çözüleceğine ve “bölgesel” olarak her üç devletin de büyük kazanımlar elde edeceğine inanıyorum.
Bakoyanni’nin, “Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyoruz” lâfının peşini bırakmayalım.
Ve soralım; “Neden?”
Türklerin böylelikle “daha iyi bir hayat ve yaşam koşulları”na sahip olacağını düşündüğünüz için mi, Türklerin iyiliği için mi istiyorsunuz gerçekten?
Cevabı, Bakoyanni’nin bu “iyi, dileklerinden” sadece üç gün sonra suyun öte yanındaki Gümülcine’den Gümülcine Müftüsü veriyor.
Unutmadan hatırlatalım; Batı Trakya Türkleri; 1981’den bu yana AB üyesi olan Yunanistan’ın en doğusunda 1981’den beri AB vatandaşı olarak yaşamışlardır.
Peki bu “Türkler”, 1981’den beri; Bakoyanni’nin 2008’de Türkiye için “candan” istediği, iyi niyetle istediği koşullara sahip midirler?
Şöyle diyor Gümülcine Müftüsü:
“SAKARYA -İHA- YAŞAR KEÇECİ (14 Haziran 2008 Cumartesi 16:55)
Yunanistan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Yunanistan’da kendilerine Türk demelerinin yasak olduğunu belirterek, -Yunanistan, 1984’te KKTC kurulmasından sonra Türk kelimesinin düşmanlık ifade ettiğini, Yunanistan’da Türk olmadığını ve Türk isminde derneğin kurulamayacağına yönelik karar aldı- dedi.
Sakarya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen Uluslararası Balkan Buluşması çerçevesinde tertip olunan ‘Balkanların Geleceği’ konulu panel, Adapazarı Kültür Merkezi’nde toplandı. Panel öncesi sinevizyonla Yunanistan’daki Müslüman Türklerin yaşadığı sorunları anlatan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, -Yunanistan’da çeşitli sorunlar yaşıyoruz. Bunlardan biri eğitim. Lozan Anlaşması’na göre Türkiye’den Batı Trakya’ya 30 öğretmen gelmesi gerekirken, İstanbul Rumlarının sayılarının azalmasından dolayı, sadece 15 öğretmen Batı Trakya’ya gelebilmektedir. Bizim ikinci sorunumuz kimliktir. Batı Trakya’da Lozan’da Türk olarak bırakılmamıza rağmen, kendimize Türk dememiz yasak. Ben 1990 yılında milletvekili adayı ‘kanınızdan canınızdan olan bizlere oylarınızı verin’ dediğim için, Türk kelimesi iki unsur arası Yunanlılar ile azınlık Türkler arasında düşmanlık doğurduğu gerekçesiyle 18 ay hapse mahkûm oldum. 3 ay hapis yattıktan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye’nin müdahalesiyle hapisten çıktım. Yunanistan 1984’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildikten sonra, isminde Türk olan dernekleri kapattı. Türk kelimesinin düşmanlık ifade ettiğini, Yunanistan’da Türk olmadığını ve Türk isminde derneğin kurulamayacağına yönelik karar alındı- dedi.
Batı Trakya’da Türkler tarafından kurulan vakıflara engeller çıkartıldığını ifade eden Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, -1913 yılında Yunanistan ve Osmanlı arasında imzalanan Atina Anlaşmasına göre, vakıfları bizim idare etmemiz gerekiyor. Bu anlaşma, daha sonra meclis tarafından kanun haline getirildi. Bu kanuna rağmen, vakıflarda tâyinlere karışıyorlar ve kendilerinin istediği kişileri işbaşına getiriyorlar. Türkiye’de azınlık vakıflarına birçok hak verilirken, 2008’de çıkan vakıflar yasası da eski yasa gibi vakıfları Türklerin elinden alıyor. Bundan dolayı toplanarak bu yasayı da kabul etmediğimizi ilan ettik” diye konuştu.
Batı Trakya’daki müftülük makamının Türkiye’dekinden farklı olduğunu ifade eden Şerif, -1913 Atina Anlaşması’na göre müftü, Türklerin kadısıdır. Türkiye’deki müftü ile Batı Trakya’daki müftülük ile Türkiye’deki müftülük makamı farklıdır. Lozan’da verilen haklara göre, bizlere aile hukuku, evlenme boşanma, miras gibi konuları İslam hukukuna göre çözüyoruz. Müftüler; vakıfların da başkanı, okulların da başkanı, halkın da lideri, onun için müftülerin ayrı bir yeri var Batı Trakya’da. 1985’te Yunanlılar, Lozan Anlaşması’na göre seçimle gelmesiyle gereken müftüleri kendileri tayin etti. 1985’ten 1990’lara kadar müftülerin seçimle gelmesi için çaba gösterdik. 1990’da Gümülcine’de Cuma günü müftülük seçimi oldu, yüzde 95’lik oyla bu görevi bana tevdî ettiler. Ben hiç kimseye beni müftü seçin demedim ama halkım bu görevi verdi. 1990 yılından beri bu görevi yapıyorum- şeklinde konuştu”.
AB üyeliğini desteklediği Türkiye ve Rum’un paçasına yapışmasını istedikleri Kıbrıs Türkleri için Batı Trakya Türklerine reva gördükleri hayat tarzını mı istiyor Bakoyanni?
Demek ki bütün mesele galiba Kerkük-Kıbrıs-Karasu (Mesta) üçgeninde “küreselleştirilen” olmayı içe sindirmemekten geçiyor.
“Eşzamanlı” cümle tezgâhlara karşı uyanık olurken hem de..
Ha, AB mi?
Bizi “bekleme odasında” oyalamayı bıraksın da İrlanda’nın “Lizbon Anlaşması”nı vetosuyla uğraşsın..
“Hayır” dan sonra Die Welt’in attığı “İrlandalılar kimsenin yararını açıklamadığı bir antlaşmayı neden onaylasınlar ki?” manşetini, AB muhibbanı bilumum dolmakalemler çerçeveletip başuçlarına asmalıdırlar.
Helâl olsun şu küçücük İrlanda’ya..
Bir yanıt yazın