OSMANLI ERMENİLERİ : ‘KİM KİMİ KESMİŞ ?’
I. Giriş : ‘Kronoloji ve Tarih‘
Genelde her iki dal da birbirlerine karıştırılmakta olup, maalesef tarih eğitimi almış bazı kimselerin de kolaya kaçarak buna önayak olmalarına sıkça şahit olmaktayız.
Aslında, bunlardan birincisi; olayları zamana ve mekana yerleştirirken, ikincisi; olayların sebeplerini ve neticelerini araştırır veya araştırmak zorundadır. Tabiatiyle bunu yaparken de, kronolog‘un kendisine sunduğu tablo’ya sadık kalacak, ama ilaveten hukuki, kültürel, coğrafi, sosyolojik ve bir çok başka konudaki bilgisini de değerlendirecektir.
Biz de, aşağıda bu paragrafın ışığı altında neticeye, aşağıdaki başlıklar altında yapacağımız incelemeden sonra, ancak varabileceğiz :
II. Osmanlı–Ermeni Münasebetlerinin Bozulmasını Hazırlayan Sebepler
1. Balkanlar’daki 5 Asırlık Hakimiyet Mücadelesi : ‘Bogomilizm’
Osmanlı/Türk ordusu XIV. yüzyılın ortalarında Balkanlar’a ayak bastığında, yarımada da hem anarşi hem de despotizm hüküm sürmekte idi. Siyasi güç, gittikçe artan masraflarını karşılayabilmek için, toprağa dayalı küçük beylikleri ve bunların vasıtası ile köylü sınıfını gaddarca sömürmekte ve bu sınıf ayrıca siyasi gücün dayatmalarına tahammül edemeyip, dağa çıkan eşkıya tarafından da ezilmekte idi.
Diğer taraftan kiliseler arasında ki mücadelenin de büyük kurbanı yine küçük beyler ve köylüler olmakta idi ; bir tarafta katolikler, diğer tarafta da ortodokslar mücadele ederken, büyük halk kitleleri ‘Bogomilizm‘ inancına sarıldıkları için, vahşice her iki kilise tarafından yok ediliyorlardı.
Osmanlı devleti de bundan faydalanarak ve ezilen sınıflara emniyet telkin ederek kısa zamanda, yani otuzbeş yıl içinde (1389 tarihli I. Kosova) Balkan yarımadasına yerleşme imkanı buldu. Bu arada, Asya’dan gelmeye devam eden Türk boyları ve Tasavvuf erbabı da devamlı olarak Balkan’larda fethedilen yeni bölgelere yerleştiriliyorlardı. Doğu’da Ankara savaşı‘nın kaybedilip devletin parçalanması ile bu yayılma durmuş hatta gerilemiş olsa bile elli sene içinde çok daha güçlü bir şekilde tamamlanacak ve XV. yüzyılın ortalarında Aşağı ve Orta Balkanlar tamamen Osmanlılaşacaklardır. Bu günkü Macaristan’a tekabül eden Kuzey Balkan bölgesi için de bir yüzyıl daha Osmanlı-Cermen mücadelesi devam edecektir. XVIII. Yy’ın başlarına kadar, hatta günümüze kadar Balkanlar üzerindeki mücadele devam edecektir. Şu farkla ki, XVIII. yüzyıldan itibaren Germen otoritesini temsil eden Avusturya yerini, Rus Çarlığı‘na devretmiştir.
Avusturya İmparatorluğu‘na göre çok daha tehlikeli olan Rusya; « sıcak denizlere açılabilme » politikası olarak bölgede hakimiyeti planlamakta ve bunu bir yaşam mücadelesi olarak görmektedir. Oysa Avusturya için, bu sadece bir ‘ekonomik gelişme alanı‘ olarak görülmekte idi. Bunun dışında Rusya, kuvvetli komşusu İsveç’i de devre dışı bıraktıktan sonra, tüm gücü ile Osmanlı’ya yönelebilmesine rağmen; Avusturya Batı Avrupa’da ki sorunlarını halledemediğinden gücünü bölmek zorunda idi. Ancak en önemlisi; Avusturya katolik olduğundan ortodoks kilisesi Osmanlı’nın tarafını tutarken Rusya kiliseyi de ele geçirmiş bulunuyordu. Ayrıca Rusya’nın da bir İslav ülkesi olması kilise ve milliyetçilerin arasında ki mücadeleyi de kendi lehine çevirecek ve Osmanlı bölgede gittikçe yabancı, işgalci olarak görülecekti.
2. Rusya ve Pan-İslavizm : ‘Küçük Kaynarca Andlaşması ve İlk Siyasi Kayıtlar’
Osmanlı–Rus mücadelesinde konumuz açısından devrim noktası sayılabilecek; tarihin 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması’nın imzalanması olduğundan kimse şüphe etmemelidir. O tarihe kadar Osmanlı yaptığı savaşları bazen kazanmış, bazen kaybetmiş ama yapılan andlaşmalara; Sınır düzeltmeleri veya/ve Ticari konuların dışında, siyasi netice verecek kayıtlar konulmamıştır. Oysa, ilk defa olarak bu anlaşmada; ‘Rusya’nın Osmanlı devletindeki ortodoksların hamisi oldukları ve istedikleri yerlerde konsolosluk açabilecekleri‘ kabul edilmiştir.
Birçok isim sahibi tarihçimizin önemsiz saydığı bu durum Avusturya’lı Tarihçi Hammer tarafından: “…..bu barış, tekrar edelim, o tarihten itibaren Türkiye’nin başında ki tüm belaların sebebi olmuş ve bu İmparatorluğun parçalanmasının başlangıcı olduğu gibi ileride de, en azından Batı’da, parçalanmasına sebep verecektir” cümleleri ile tarihine alınmıştır.
Buraya bir nokta koymadan evvel belirtelim ki; ‘bu tehlikeli bulunan hükümler bu tarihten sonra devamlı olarak Türklere dayatılmış ve bu gün dahi dayatılmaktadırlar‘. Konu üzerinde düşünmeyi sizlere bırakıyoruz.
Ancak, “en azından Batı’da” tabirine de dikkati çekmek isteriz. Çünkü o tarihlerde Ermeniler daha hala “Tebaay-ı Sadık, ‘Millet-i Sıdıka’ yani ‘Güvenilir Millet‘ olarak düşünülüyor ve kendilerinden devlet aleyhine bir davranış beklenmiyordu. Zaten neden olsun ki; bu sadık millet, ‘Osmanlı’nın ticaretini ve dış münasebetlerini elinde tutarak refahını arttırmaktaydı‘.
Küçük Kaynarca Andlaşması’nı takiben Ruslar, Balkanlar’da faaliyetlerini arttırdılar. Konsolosluklar kurarak hassas bölgeler yarattılar, silah–cephane ve hatta eleman göndererek evvela silahlı komiteler ve müteakiben de isyanlar çıkarttılar. Bağımsız Romanya’nın, Yunanistan’ın, Sirbistan’ın kurulmalarında rol aldılar. Fakat bir türlü Doğu Anadolu’da ki Ermeni halkını kışkırtamadılar. Çünkü Ermeniler, Ortodoks Rusya’nın din hakimiyeti kurmasından çekindikleri için, ekonomik olarak hakim oldukları Osmanlı İmparatorluğu‘na bağlı kalmayı tercih ediyorlardı. XIX. yüzyılın ortalarına kadar da bu böyle kaldı.
3. Paris İslahat Fermanına kadar Olaylar : ‘Azınlıklar Meselesi’
Oysa Rusya, 1828‘lerde Doğu Anadolu’yu eline geçirmiş ve Ermeni nüfusu ile yakın temasa girişmişti. XIX. yüzyılın ortalarında önemli bir değişiklik oldu. Genişlemekte olan Rusya, Hindistan sınırına dayanmış ve bundan İngiltere, Akdeniz’de donanma gezdirmeye başlamasından da Fransa rahatsız olduğundan, Boğazların kontrolünü istemesini bahane sayarak bu iki ülke (ileride Piemonte Krallığı da bunlara katılacaktır) Osmanlı İmparatorluğu yanında Rusya’ya harp ilan edecektir.
Savaşı Rusya kaybetmiş olmasına rağmen, yapılan barış Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayacaktır. Nitekim İngiltere‘nin, Hint sınırlarını emniyete aldıktan ve Fransa ile beraber Boğazlar meselesine çözüm getirdikten sonra; sanki savaşı Rusya ile beraber Osmanlı’ya karşı kazanmışlar gibi barış masasında müştereken Osmanlı İmparatorluğu‘nda ki ‘Azınlıklar Meselesini‘ ortaya atmışlar ve Devlet-i Aliye’nin kabul etmesi gereken maddeleri görüşmeye başlamışlardır. Kendisine karşı kurulan bu kumpastan ürken Bab-ı Ali‘de, Fransız Elçisi‘nin tavsiyesi ve hatta müdahalesi ile bir seri düzenlemeyi muhtevi bir fermanı, Paris Konferansı devam ederken İstanbul’da ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu ferman özü itibariyle; İmparatorlukta ki gayr-i müslimlere getirilen eşit hak ve eşit vazifelerden müteşekkil‘dir.
Tuhaftır ki, bu fermanın hükümlerine itiraz müslümanlarla aynı haklara sahip kılınan gayr-ı müslimlerden gelmiştir. Ve hatta, Fener Rum Patriği fermanı okuduktan sonra “umarım bir daha yerinden çıkmaz “ diyerek atlas kesesine tekrar yerleştirmiştir. Nedeni çok basittir: ‘Eşit hak ve eşit vazife, o güne kadar askerlik görevinden muaf tutularak, hayatının 20 senesini bu hizmette geçiren ve bu yüzden ekonomik hayata atılamayan müslüman Osmanlı‘nın durumuna düşmek İmparatorlukta ki diğer milletlerin işine gelmemektedir‘. Nitekim Avrupa, bu konuda yeniden baskı uygulayacak ve gayr-ı müslimler ‘bedel‘ tabir edilen bir ödeme ile bu görevden muaf tutulacak ve ekonomik üstünlüklerine devam edeceklerdir.
Tüm bu düzenlemeler sırasında hâla Ermeniler devletlerine bağlı sadık Osmanlı vatandaşları‘dırlar. Ancak bu devam etmeyecektir !..
Paris Konferansı‘nı takiben açılan sınırlardan giren misyonerlerin tesiri ve verilen bursların hevesi ile Ermeniler; tahsile Avrupa’ya veya Rusya’ya gidecekler ve orada devlet aleyhine teşkilatlanmaya başlıyacaklardır. Nitekim ileride Ermenilerin de Türklerin de başına belâ olacak komitelerin; ya Avrupa’da ya da Rusya’da kurulmaları tesadüfi değildir: ‘Taşnakustyan (‘Taşnak’) Komitesi Tiflis’te, Hınçak komitesi de Cenevre’de kurulmuşlar‘dır.
Osmanlı açısından büyük bir yenilgi ile biten 93 Harbi diye anılan harbin akabinde 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Andlaşması ve bunun sınırlar açısından biraz hafifletilmişi olan Berlin Konferansı’nı takiben Osmanlı Doğu‘da küçülmüş, Kuzey–Doğu Anadolu’daki 800 yıllık Türk hakimiyetinde ki topraklar Rüya’ya terkedilmiş ve oralarda yaşayan müslüman ahali 800 yıldır beraber yaşadığı Ermenilerin insafına kalmıştır.
Bunun farkında olan Osmanlı da, bir yandan kendisini bağlayan andlaşmaların, diğer yandan da ülke dışında insafa terkedilen müslümanlara bir zarar gelmemesi için, içeride ki bir seri tahrike göz yummak zorunda kalmıştı. Elbetteki, bu da Osmanlı’nın zaafına yorulacak ve içeride ki Ermeni unsurları gittikçe azıtacaklardı. Őrneğin Hınçak komitecileri birbiri peşi sıra isyanlar çıkartacaklardır.
4. Osmanlı-Rus Savaşı: ‘Erzurum Mezarlığı, Dram ve Göç’e Zorlanan Müslümanlar’
1978 deki Osmanlı-Rus harbini takiben sınır düzenlemesi yapılırken; Rus delegeleri ile Osmanlı delegeleri Erzurum Vilayet Konağı’nda toplanırlar. Ruslar bu harpte, işgalleri altına almış oldukları Kars, Ardahan ve Ağrı Vilayetlerine ilaveten Erzurum’u da istemektedirler. Buna “argüment”, yani ‘kanıt’ olarak ; ‘bu bölgelerin nüfusunun çoğunluğunun Ermeni olduğunu‘ ileri sürerler. Osmanlı delegelerinden biri bunun üzerine; Rus delegesini kolundan tutup pencereye götürür ve bakınız der; ‘şu gördüğünüz Erzurum Mezarlığı, şuradan şuraya kadarı müslümanların gömülü oldukları yer, şu azıcık kısmı ise Ermenilerin. Bizim bildiğimiz kadarı ile bu adamlar ölülerini bizim gibi gömüyorlar, oturup yemiyorlar !..’. İşte bütün dram bu cümlede yatıyor.
Ondan sonra Doğu’da yerleşen zihniyet ise; ‘eğer bir barış görüşmesi yapılır da bir gurup diğerinden fazla çıkarsa, karşı taraf o toprakları kaybedecek‘ diye, sınırın karşı tarafinda ki müslümanlar bin çeşit tazyikle göçe zorlanıyor. Savaş başlayınca da, sınırın bu tarafında ki Ermeniler metazori sınırdan uzaklaştırılıyorlar. Özellikle belirtmeliyiz ki; Rus tarafında ki müslümanlara yapılan tazyikler kontrol edilmeyen ve ‘vahşet‘ derecesine erişen Taşnak Ermeni Çetecileri tarafindan yapılırken, bu tarafta yapılan ‘zorunlu göç’ disiplinli jandarma vasıtası ile gerçekleştiriliyor.
5. 1914 Rusya’ya Savaş İlan ve Ermeni İsyanları: ‘Zorunlu Göç-Muhacirler’
1914 Sonbaharı’nda Rusya’ya savaş ilan edilir edilmez; Rusya, 387.000 civarında ki müslümanı derhal sınırları geçip Osmanlı tarafına ‘iltica etmeye zorluyor‘. Bunun üzerine Bab-i Ali, sınır bölgelerinde, köylerde yaşayan Doktor, Eczacı, Baytar gibi amme hizmeti yapmayan Ermeniler hariç köylerinin boşaltılıp kendilerinin koruma altında derhal Güney’e gönderilip iskan edilmelerini ve boşalan köylere Rusya’dan gelen muhacirlerin yerleştirilmelerini karar altına alıyor.
Bu karar da, 3 hususa dikkat edilmesi gerekir :
i. Karar, Rusya’nın müslüman ahaliyi göçe zorlamasından sonra alınmıştır.
ii. Karar, şehirlerde oturan Ermenilerin ve bazı meslek gurubunda kişilerin göç etmesi ile ilgili değildir. Bunun anlamı şudur; bir guruba karşı sırf Ermeni oldukları için alınmış bir karar değildir.
iii. Karar da, bu Ermenilerin Güney’e iskan için gönderilmeleri ve hatta bunların geride kalan mallarının satılıp kendilerine, sahipleri bulunamadığı takdirde Ermeni kilisesine verilmesi hakkında da düzenlemeler bulunmaktadır. Bunların belgeleri mevcuttur.
6. Zorunlu Göç Koşulları: ‘Yorgunluk, Hastalık ve Kürt Eşkıyaları’
İlk anda 180-300.000 arasında Ermeni toplanarak köylerinden uzaklaştırılmış ve topluca Güney’e doğru yola çıkarılmıştır. Bu yolculuk çok zor şartlarda geçmiş ve özellikle yaşlı nüfus yorgunluk ve hastalıktan, genç nüfus ise yollarda ki Kürt Eşkıya‘nın saldırılarından önemli miktarda kırılmıştır. Bu konuda muhafız zaptiyelerinin yardımcı kuvvet isteyen onlarca telgrafı mevcuttur.
7.Ermeni İsyanları : ‘Yozgat ve Tokat’
Bu arada, geride kalan önemli miktarda Ermeni de vardır. Bunlar ya şehirlerde yaşayan Ermeniler ya da köylerde yaşayıp rüşvetle veya saklanarak geride kalmayı başarabilen Ermeniler‘dir. Bunlardan Rus ordusunun Sarıkamış felaketi üzerine yaptığı genel taarruzla işgal ettiği bölgede (Erzurum, Oltu, Erciş, Van, Malazgirt, Muş civarı, Tekman) olanları ile 1978 Andlaşması ile Rusya’ya terkedilen vilayetlerde olanları, bölgedeki müslüman nüfus üzerinde inanılmaz vahşetlerde bulunarak ciddi bir temizliğe girişmişlerdir. Şehirlerde oturan Ermenilere gelince, bunların zorunlu göçe mecbur edilmediğinin en büyük ispatı ise; 1917 Yozgat, 1917 ve 1918 Sivas‘taki Ermeni isyanları’dır. Eğer bu Ermeniler yok edildi iseler, nasıl silaha sarılmışlardır anlamak gerçekten zordur !.
8. Van Gerçeği : ‘Şark’ın Paris’i’
Bizzat bire bir yaşlılarla konuştuğumuz Van bölgesinin, bu gün bile ispatı mevcut bir gerçegini anlatmamıza müsaadenizi rica edecegiz:
‘Van şehri geçen asrın başında, iddiya göre şarkın Paris‘i adını taşır ve gurup vakti gümüş kakmalı faytonlarla Van‘lı müslüman veya gayri–müslim hanımlar göl kenarında dolaşırlarmış. Nüfusu ise; 1/3 Müslüman, 1/3 Ermeni ve 1/3 Yahudi imiş.
Bunlardan hali vakti yerinde olan müslüman ahali, eski Urartu zamanından kalan kale eteklerindeki göl kenarında bulunan mahallede oturur, göle 4-5 kilometre mesafedeki dağ eteklerinde de karışık olarak yaşarlarmış.
Rus ordusu gelince Edremit’e doğru geri çekilen Turk ordusu ile beraber önemli bir müslüman nüfusu da Van’ı terkeder. Bunun üzerine, Van Ermenileri Türk mahallelerini ateşe verirler ve kendi tabirleri ile taş üstünde taş bırakmazlar.‘ Belgeleri mevcuttur.
Hatta, yaşlı bir Van’lının anlattığına göre; ‘komşularını saklayan Van Ermenileri sonradan bunları kaçırmak bahanesi ile gemilere yükleterek kontrolleri altında ki Ahdamar adasına götürerek kurşunlarlar‘. 6 ay sonra Türk ordusu tekrar Van’ı geri alınca, bu sefer bir misillemeden korkan Van Ermenileri geri cekilen Rus ordusu ile birlikte kendi mahallelerini boşaltırlar. Gelen Türkler de, Ermeni mahallelerine yerleşir. Böylece göl kenarında ki, canım Van şehri yok olur ve bu günkü Van bir kara şehri olur.
9. Kars’ta ‘Ermeni Devleti’ ve ‘Ermenistan’
İşte, zorunlu göçten kurtulan Ermeniler de her tarafta çekilen Rus ordusu ile kuzeye ve doğuya yönelirler. Rusların yardımı ile kurulan Kars merkezli ‘Ermeni devletine‘ yerleşirler. Bu devletin ömrü kısa olur ve Kazım Karabekir tarafindan oradan da kovularak, bu günkü Ermenistan‘a kadar Anadolu‘yu terkederler.
III. Ermeni Soykırımı Suç İsnadı: ‘Malta ve Berlin’
1. Malta : ‘Delil Yok’
Bu yazımızın birinci kısmında İngilizler tarafindan aralarında “Ermenilere karşı Güney Kafkasya’da (Osmanlı topraklarında kalan Doğu Anadolu’yu anlayınız) yapılan toplu kıyımlar da bulunan bir seri suç isnat edilerek, Malta’ya gönderilen 140 devlet ricali hakkında bir türlü delil toplanamamış olmasından dolayı, Londra’da ki kabine güçlükler çekmektedirler.
Nitekim Londra’daki kabine ne kendi ellerindeki, ne de kontrolleri altındaki Osmanlı arşivlerinde de bir şeyler bulamayınca bir yandan Sevr’in 230. maddesi gereğince; ‘Mahkemeler kurulması’ndan vazgeçer. Fakat hiç olmazsa, Malta’dakilerin keyfi tutuklanmış olmamaları için ABD makamlarını yeniden sıkıştırarak ellerinde olduğunu sandıkları (!) delil ve belgeleri istemeye karar verirler.
Bu arada İngiltere Başsavcılığı da, 29 Temmuz 1921 tarihli notu ile; ‘şu ana kadar ellerine delil olarak verilen belgelere‘ veya ‘bir mahkemede doğruluğuna inanılamayacak beyanlara dayanarak dava açabilmelerine imkan olmadığını’ bildirir.
Bütün bunlara tuz–biber ekercesine, ABD‘den de gelen cevapta, hayal kırıklığı yaratır. İngiltere’nin Washington Büyükelçiliği, Malta’daki tutuklular hakkında dava dosyasını hazırlamakla görevli Lord CURZON Komitesine gönderdiği yazıda; ‘bu tutuklular aleyhinde hiç bir delil bulunmadığını, sadece içlerinden ikisi hakkında bir delile dayanmayan ‘şifai şikayetler‘ olduğunu‘ bildirir. Bu belgenin orijinali şöyledir ;
‘…..….. I regret to inform Your Lordship that there was nothing there in which could be used as evidence against the Turks who are being detained for trial at Malta…..
Having regards to this stipulation and the fact that the reports in the possession of the Department do not appear in any case to contain evidence against these Turks which would be useful even for the purpose of corroborating information already in the possession of His Majesty’s Government.‘
Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz : “Malta’da bulunan tutuklular hakkında bir delil bulunamamıştır” cümlesine, ileride hukuki durumu değerlendirirken tekrar döneceğiz.
ABD‘de de istenilenler bulunamayınca, İngiltere Hükümeti ‘tüm iddialarından vazgeçip‘, tutukluları ‘muhtemel suçlu‘ durumundan ‘siyasi rehine‘ durumuna geçirir ve ileri bir tarihte de Anadolu’daki esir İngilizlerle değişimini kabul eder ki, bu husus niteliği itibariyla konumuzun dışındadır.
2. Berlin : ‘Talat Paşa’yı katleden Tayleryan’ ve ‘Andonyan Belgeleri’
Olayın uluslararası platforma taşınması isteğinin ikinci perdesi Berlin’de açılır.
İttihat ve Terakki Hükümetinin ikinci adami ve son Sadrazamı olan Talat Paşa Berlin‘de Tayleryan adında bir Ermeni komiteci tarafindan Mayıs 1921 tarihinde vurulur. Katil yakalanır. Mahkemesi sırasında “Talat Paşa’nın Ermenilere karşı soykırım (ilk defa telaffuz edilmektedir) sorumlusu olduğu ve Tayleryan’ın hareketinin katil olmayıp infaz olduğu veya en azından ağır tahrik altında bu davranışta bulunduğu‘ iddia edilir. Delil olarak da, ileride “Andonyan belgeleri” diye tarihe gececek İstanbul Dahiliye Nezaretinden (Talat Paşa’nın nezareti) Şam ve Halep mutasarrıflarına çekildiği iddia edilen ve bir yangında yandığı için ‘asılları değil‘ de, ‘elle yazılmış kopyaları’ mahkemeye verilir. Bu belgelerde, Nezaret gelen Ermenilerin itlafını (yok edilmesini emreden cümleler kullanmaktadır). Mahkeme, bunları delil olarak kabul etmeyi REDDEDER.
Bu belgeler, Ermeni soykırımı iddialarında çok önemli yer tutar, hatta tek kaynak olarak bilinir.
Her ne kadar Türk tarafı, bu belgelerin sahte olduklarını, ne üslubun ne numaraların, ne de yazı tekniğinin uymadığını iddia ederse de, kimse inanmaz. Netice de; olayların üzerinden 75 sene geçer ve bu belgelerin sahte oldukları açılan arşivler* tetkik edildiğinde anlaşılır.
[*Teknik bir konu: Bir iç-işleri telgrafı arşivden silinemez, çünkü Nezaret‘ten mutasarrıflığa kadar en az tam 6 deftere kaydı yapılır (Nezaret mazbatası, telgrafhane muvasalat defteri, telgrafhane kabul defteri, alıcı telgrafhane kayıt defteri, telgraf teslim mazbatası ve mutasarrıflık kayıt defteri). Zaten kimse de bunu iddia etmez, ama belki bilmeyenleriniz vardır diye yazdık].
Bu telgrafların sahte oldukları ortaya çıkınca, hayatınızda duyabileceğiniz en komik savunma gelir Ermeni yanlılarından. ‘Eskiden Ermeni katliamı olmuştur, çünkü Andonyan belgeleri bunu ispatlamaktadır‘ derlerken, daha sonra ‘Andonyan belgeleri‘nin sahte olmaları bir şey değiştirmez, çünkü bu olayların olduğu zaten gerçektir’ demektedirler (Chalian; Les Armeniens).
IV. Sevr Barış Görüşmeleri
Bu arada, Paris’te Sevr barış görüşmeleri yapılmaktadır. Bazılarınız, ‘belki Sevr Barış görüşmeleri neden Paris’te yapılıyordu‘ diye düşünebilirler. Çok basit, çünkü Sevr barışı sadece galipler arasında görüşülmüş, hatta Paris’e gidip bir otel odasında kendilerinin dinlenmesi için yalvaran Osmanlı Sadrazamı ile ne görüşülmüş, ne de gönderdiği mektup okunmuştur.
Bu görüşmeler esnasında, ne kadar Osmanlı‘ya muhalif gurup veya etnik varsa, Ermeniler de dahil dinlenmiş, ama Türkler REDDEDİLMİŞTİR. Alınan karar‘dan sonra da, Osmanlı delegeleri Sevr’e çağırılarak tebligat yapılmıştır..
Ermenilerin bu arada olayı uluslararası alana çekmeleri neticesiz kalmamış ve kendilerine andlaşma ile ‘Doğu Anadolu‘ verilmiştir.
İstiklal savaşı sırasında, Doğu vilayetleri 3. Ordu tarafindan kurtarılınca, Ermeni olayları tamamen unutulmuştur.
Bu harekata son veren Gümrü Barış Andlaşması imzalandıktan sonra, her iki taraf baş delegesi hakkında, her biri tek kelimelik ama çok anlamlı iki kelime teati edilecektir:
‘Türk baş delegesi kalemi bırakırken imza için yanında bulunan Ermeni baş delegesine dönüp sormuştur : ‘- NİÇİN ?‘.
Ermeni delegenin de cevabı tek kelime‘dir : ‘- ALDATILDIK !..’.
V. Ermeni Diasporası : ‘ASALA’ ve Kürtler : ‘PKK’
Bundan itibaren aldatmalar Ermenilerden Kürtlere yönelmiştir. Dersim ve Şeyh Sait isyanları, 1930‘ların mali krizleri, 2. Dünya savaşı, Kore savaşı, Soğuk Harp filan derken, Ermeni istekleri unutulmuştur.
1960‘lı yıllarda Kürtler‘den bir fayda çıkmayacağını gören menfaat çevreleri, Ermeni Diasporasını organize ederek ‘ASALA‘ yı kurmuş ve desteklemiştir.
ASALA’nin yaptığı her cinayet sonrasında Batı medyası temcit pilavi gibi aynı resimleri aynı cümleleri neşretmiş ve Ermenileri desteklemiş, zaten soru sormaya alışkın olmayan sokakta ki adam da bunu ‘bir vakıa gibi‘ kabul etmiştir. Bir değişiklik de, 1920‘lerde Patrikhane‘nin bile 180-300 bin kişi olarak bildirdiği kayıp sayısı, 1960 larda 600 bin, 1966 dan itibaren 1 milyon ve ardından da 1.5-2 milyona çıkarılmıştır.
Zannederiz ki, dünya üzerinde öldükleri halde bile nüfusları artmaya devam eden ‘tek millet olan bu Ermenilerin‘ 1915 teki kayıpları olsa gerektir.
ASALA, 15 sene kadar ciddi bir faaliyet gösterdikten sonra; resmi olarak iç ayrılıklardan, gayri–resmi olarak da Türk istihbarat teşkilatının çalışmaları neticesinde çökmüştür.
Bunu takiben her ne hikmetse, yeniden Kürtlere dönülmüş ve ‘PKK‘ çıkarılmıştır, artık bunu biliyorsunuz.
Bugün, PKK’nın da çökertilmiş olması, ufak tefek gurup veya gurupcuklar dışında, ‘Ermenileri yeniden hortlatmaya‘ veya ‘yepyeni bir başka gaile yaratmaya‘ yöneltmiştir. Bu mahrekleri bakalım yarın karşımıza ne çıkacak?
Bir ara ‘Aleviler‘ üzerinde oyun oynanılmak istenmiş ve Almanya ile Belçika’daki Aleviler arasında ciddi örgütlenmelere başlanmışsa da, en azından şimdilik büyük çoğunluk buna itibar etmemektedir.
VI. Ermeni Tehciri ve İsyanlar
1915 Ermeni tehciri (zorunlu göçü) olayı’nda hareket, dini veya ırki bir guruba karşı değildir.
Olaydaki siyasi irade elimizdeki belgelere göre;( …) Cephe hattına yakın bölgelerdeki Rus yanlısı olan veya tesiri altında oldukları zannedilen Ermenilerden ilim (!) sahibi olmayanlara yöneliktir ve daha çok bölgeyi askeri açıdan temizlemek, askeri harekata uygun hale getirmek için yapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim başlangıçta, protestan Ermeniler, doktor eczacı vs gibi ilim sahibi ermeniler, şehirlerde bulunan ermeniler, devlet dairelerinde çalışan Ermenilerle beraber hasta, ama ihtiyar ermeni köylüler muaf tutulmuşlardır;
Uhdemizde bulunan bir hatıra var. Şöyle ki; 2 Türk subayı Ruslara esir düşüşlerini ve esaret hayatlarını anlatıyorlar. Bu iki subayımız, İstanbul’dan Erzurum‘da ki 3. Orduya tam 42 günde gidebiliyorlar. Gecikmelerinin en önemli sebebi; Sivas’tan itibaren yollarda ki Ermeni çeteleri yüzünden bir türlü yollarına devam edemeyişleri veya çok kısa etaplar yapabilmeleri. Bu çetelerin genelde protestan Ermeni ağırlıklı olmaları, tehcir kararının alınmasına mesnet teşkil etmiş olabilir. Ancak olayın tetikleyicisi, bizce Rus tarafından kovularak Türk tarafına tehcir ettirilen 300.000 civarında ki Türk’e, kritik bölgede yer açma arzusu olmalıdır. Bir gerçek var ki; evvela 300.000 Türk kovulmuş, müteakiben 300.000 ila 600.000 bin arasında Ermeni Güney‘e tehcir edilmiştir.
Ermeni nüfusu bu kadar mı idi ? Hayır, ancak bu nüfusun ne kadar olduğunun önemini anlamamaktayım. Çünkü bu nüfusun tamamı tehcir edilmemiştir. İspatı ise; bölgede 1915‘ten sonra ve özellikle savaşın son yıllarında Rus Çarlığının devrilmesi ile ordusunun geri çekilmesi üzerine arka arkaya patlak veren isyanlar‘dır. Kars, Ardahan, Dogu Bayezıt gibi 1915 lerde Rus işgali altında olan bölgeleri saymasak bile, Yozgat, Sivas, Merzifon gibi bölgelerde Ermeniler olmasalardı, bu isyanlar ne şekilde izah edilebilirdi ?!.
Van bölgesinde, 1916‘da Ermenilerin tamamının yaşadıklarını yazımızda anlattığımıza göre, genel bir Ermeni tehcirinden art niyet olmaksızın nasıl bahsedilebilir ? Normal bir insanın bunu idrak etmezi zor !. Maraş ve Kilikya bölgelerinde ki Ermenilerin bir tekine bile dokunulmadığını biliyorsunuz. Hatta bir telgraf‘ta; ‘Doğudan tehcir edilen Ermenilerin Kilikya bölgesine yerleştirilmeleri için yapılan çalışmaların, bölge Ermenileri tarafından istenmemesi hakkında‘. Bunların hepsinin üzerinde iyice düşünmek gerekli !..
Bir gün, bir Fransız Ermeni profesör ile Ani Harabelerini gezerken bize; “yaptığınız en kötü davranış erkekleri askere alıp, erkeksiz kalan köylerdeki kadın ve çocukları katletmenizdir” demişti. Kendisine bilgisinin yanlış olduğunu söylemiştik. Köylerdeki kadın ve çocukların katledilip–edilmemiş olmaları ayrı bir konu, ama bu bölgedeki Ermeni erkeklerin; ya Taşnak çetelerini kurarak Türk köylerine saldırdıklarını ya da Rus ordusuna iltica ederek Ermeni taburları teşkil ettiklerini belirttik. Bahsettiği Ermeni askerlerinin bunlar olduğunu anlatmıştık. Hiç duymamışmış !.. Tekrar edelim, 1915 olaylarından önce savaşın başlaması ile birlikte Rus ordusuna iltica eden ve kurulan Ermeni taburlarında görev alan Ermeni erkeklerinin en az 70.000 oldukları hesabedilmiştir. Zaten Rus işgali sırasında, ‘Rus subaylarını bile çileden çıkartacak derecede mezalimde bulunanlar da bunlardır‘ !.
VII. Sonuç : ‘Uzmanlarımız ve Halimiz’
1. Siyasi İrade Açısından : ‘Lewy Aram Andonyan’ın Sahte Belgeleri’
Ermenilerin nerede ise, hukukçuların dahi anlayamayacağı, eşi-benzeri görülmemiş bir mantık yürütmekte olduklarını yazımızda belirtmiştik. Bu iradenin mevcudiyetini baslangıçta, tamamen düzenleme olan ‘Andonian belgelerine‘ dayayan Ermeniler ve taraftarları, sonradan bunların sahtelikleri arşivler açılınca ortaya çıkınca büyük bir pişkinlikle, ‘bunun bir şeyi değiştirmediğini, çünkü Ermeni soykırımının zaten bir gerçek olduğunu ve başka belgelerinde muhakkak bilindiğini (?), ama şu sıralarda daha erişilemediğini‘ ileri sürmüşlerdir !..
2. Hukuki Açıdan : ‘İspat Yükü’
Hukuk mantığına aykırı gelen afaki tarafı ise; dünya kamuoyunun, ispat yükünü; ‘iddia eden Ermenilerden’ alıp ‘biz Türklere vermiş’ olmasıdır. Ermenilere ‘sen iddialarını ispat et‘ diyeceğine, biz Türklere ‘sen bunun doğru olmadığını iddia et‘ demiştir. Hatta, daha da ileri giderek ‘bizim müdafaamızı bile dinlememiş’tir. Fransızların tabiri ile buraya kadarı diyelim ki “bonne guerre”. Devletler arasında hak hukuk değil, ‘menfaatler hakim‘dir.
Ancak, bizi üzen ve anlamakta güçlük çektiğimiz husus şudur: ‘BU KONUDA HALA BİZİM KENDİ KENDİMİZİ SORUMLU TUTMAMIZ, YABANCILARIN ZORLAMALARINI KABUL ETMEYİ KENDİ İLİM ADAMLARIMIZIN, TARİHÇİLERİMİZİN ANLATTIKLARINA TERCİH ETMEMİZDİR‘.
3. Diğer Açılardan
Doğrudur, bu harekat kansız olmamıştır. Bölge’de hüküm süren iklim şartları bir taraftan, ikmal açısından hazırlıksız bulunulması diğer taraftan ve özellikle Kürt Çetelerinin, yanlarında yükte hafif pahada ağır değerlerlerle göç eden bu kafilelere devamlı saldırmaları yüzünden 60 bin civarında Ermeni’nin yollarda ve bir o kadarının da menzillerde telef olduklarını tahmin etmekteyiz..
Zaten, İstanbul Ermeni Patrikliği‘nin ilk verdiği rakkamlar 300.000 telefattan bahsetmekte idi. Bu gün iddia edilen rakkamlar, kamuoyu yaratmaya yönelik olup, ciddi değildir. Meraklıları, Meşrutiyet devrinde yapılan nüfus sayımına ait bilgileri bulup, bölgedeki tüm nüfusun bile buna yetmeyeceğini rahatlıkla görebilirler.
Yazımıza güncel bir olayla son vereceğiz. Belçika Fransız TV’sinde bir Türk uzmanın (?!) de iştirak ettiği bir program yapıldı. Ermeniler AB’ye girecek, Türkiye’nin soykırımını tanıması veya bu olmazsa AB Parlamentosu’nun bu konuda bir karar almasını istediler. Uzman (!) kişi, ‘sadece ve sadece, AB pazarlık şartlarında bunun mümkün olmadığını, böyle bir şartın ileri sürülemeyeceğini’ söyledi. Hatta, talihsiz başka cümleler de sarfetti. Biz, kendisinin yerinde olsaydık, bu konunun müzakere konusu olmadığını değil, ‘böyle bir şeyin olmadığını, iddiaların gerçek dışı bulunduğunu ileri sürerdik’.
Düşünebiliyor musunuz, Ermeni iddia ediyor ve diyor ki; “Eski Türk Ceza Kanunu’na göre, ‘Ermeni soykırımı olmuştur diyenler, hapis cezasına mahkum ediliyorlar”. Aynı zaman da bir hukukçu olan uzman (?!) kişi; “Eski Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir madde yoktur” demiyor, ‘hapiste bu sebepten yatan kimse yoktur’ diyor. ‘Ne hale geldik’, düşünebiliyor musunuz ?!..
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1 Mart 1992 tarihli TBMM açılış konuşmasında; ‘Ermeni sorunu denilen ve Ermeni milletinin gerçek olmayan isteklerinden çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik yararlarına göre çözülmek istenilen sorun, Kars Antlaşması ile, en doğru şekilde çözüme ulaştırılmış oldu. Yüzyıllardan beri dostluk içinde yaşayan iki çalışkan halkın iyi ilişkileri memnuniyetle yeniden kuruldu’ diyor.
Yazdıklarımızı sadece bilgi paylaşımı olarak alınız. Nasıl herkes kendisine ait çalışmalarını bildiriyorsa ve bu acaip karşılanmıyorsa, biz de çalışmalarımızı bildirmek istedik.
Biline…
Hakan HANLI, Avukat
Uluslararası ve Avrupa Hukuku Uzmanı
Brüksel, 23 Nisan 2006
atthakanhanli@skynet.be
Telif Hakkı © 2006 Hakan HANLI. Her hakkı mahfuzdur.
Copyright © 2006 Hakan HANLI. All rights reserved.
Bir yanıt yazın